1723-1727 Lale Devri Osmanlı-Safevi Savaşları

1723-1727 Lale Devri Osmanlı-Safevi Savaşları

Sezer Maralli

Tarih Araştırmacısı

Giriş

XVI. yüzyılın başında İran toprakları üzerinde kurulmuş olan Safevi Devleti, yaklaşık olarak iki yüz elli yıl Osmanlı Devleti ile ilişkilerde bulunmuş ve savaşlar yapmıştır. Sultan Bayezid döneminde gelişen Şahkulu İsyanı akabinde I. Selim’in tahta geçmesi ve Çaldıran’da yaşanan savaş ile bir iktidar mücadelesine dönüşmüştür. Bu mücadele XVIII. yüzyıla kadar devam etmiştir. İki devletin birbiriyle olan üstünlük mücadelesinin altında yatan sebepleri dini, ekonomik ve coğrafi durumlara bağlayabiliriz. Osmanlı-Safevi mücadelesi başlıca iki coğrafyada cereyan etmiştir. Bunlardan biri Irak-ı Arap, diğeri Kafkasya’dır. Her iki devlette bu coğrafyada hakim olmak istemiştir. Osmanlı devleti I. Selim döneminde Mısır’a kadar genişlemiş ve hilafeti de ele geçirmiş olması neticesinde islam dünyasının koruyuculuğunu ve iktidarını sahiplenmiştir. İslam dünyasının bir diğer siyasi gücü olan Safevi Devleti bu durum  karşısında daha etkin bir siyaset izleyip üstünlüğü ele geçirmek istemişti.

XVI. yüzyılda başlayıp devam eden siyasi ve askeri olaylar neticesinde XVIII. yüzyılın başlarında III. Mustafa tahttan indirildi. Akabinde III.Ahmed, 30 yaşındayken 22 Ağustos 1703’de Edirne’de tahta çıktı. Devlet için önemli bir dönem olarak görülen Lale Devri boyunca tahtta kaldı. 1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik savaşlarına son veren Pasarofça Antlaşması’nı sonrası dönemde Lale devri olarak nitelendirilen dönemin başlangıcı olarak görüyoruz. Lale Devri, adını dönemin yaşam biçimini simgeleyen lale çiçeğinden almıştır. Osmanlı devleti bu dönemde artık kaybettiği yerleri kurtarma ümidini kaybetmiş, diğer devletler ile sulh yoluna gitmiş ve Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip etmeye karar vermiştir. Özellikle Damat İbrahim Paşa Avrupa’yı tanımanın dış politika için önemli olduğunu düşünüyordu.

Osmanlı devleti Avrupa’da istediklerini elde edememiş, kaybettiği toprakları geri alamamıştı. Bu durum rotasını İran’a çevirmesine önayak oldu. Ayrıca bu dönemde Safeviler devlet ideolojisi olarak uyguladıkları Şiileştirme politikasını yoğunlaştırdılar. Bu durumdan rahatsız olan Osmanlı Devleti duruma müdahale etmeye başladı. Bunun neticesinde 1723 yılında Osmanlı devleti İran topraklarına nüfuz etmek için hazırlıklara başladı. Doğu Anadolu’da ilerleyen Osmanlı dışında, karışıklıklardan faydalanmak isteyen Ruslarında dahil olmasıyla bu dönemdeki Osmanlı-İran savaşları başlamış oldu.

Savaşın Nedenleri

Damat İbrahim Paşa Osmanlıların uzun süredir gerilemesine neden olan pek çok durumu düzeltmek için çaba gösteriyordu. Ancak hem sultanın hem de devlet erkanının eğlence düşkünlüğü neticesinde devam eden lüks harcamalar yüzünden sürekli ağır vergiler alınıyordu ve halk gittikçe yoksullaşıyordu. Bu durumlar göz önüne alındığında Damat İbrahim Paşa, ülkedeki ekonomik gidişatı düzeltmek amacıyla zaten iç karışıklıklarla uğraşan İran üzerine sefer yapmayı düşünmeye başladı. Bu sefer hem çok zorlayıcı olmayacak hem de çok büyük kazançlar sağlayarak devleti rahatlatacaktı. 1722 yılında Safevi Devleti’nin başkenti olan İsfahan’ın Afganlar tarafından ele geçirilmesi ve Ruslarında Kafkaslardan ilerlemesi de önemli bir etken olmuştu. Bir süredir yeni bir sefer isteği içerisinde olan yeniçeriler de artık seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Yeniçeriler artık eski görkemli günlerinden uzaktaydılar ama buna rağmen bu barış siyasetine tahammül etmekte zorlanıyor, sefer istiyorlardı. Bu olayların perde arkasında uzun zamandır gözden düşmüş devlet adamları etkili oluyorlardı ve bu yolla tekrar yükselmek gayesi içerisindeydiler. Yeniçeriler devlet menfaatinden çok yağma ve talan isteğindeydiler. Bu durumlar göz önüne alındığında İbrahim Paşa için, karışık bir durumda olan İran’daki olayları yakından takip edip buna göre bir siyaset tayin etme yolu düşüyordu. “Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın ardından Osmanlı İran ilişkilerinde uzun süreli bir barış dönemine girilmiştir. 18.yüzyılın ilk yarısında İran içerisinde başlayan karışıklıklar sonucunda Kafkasya’daki Sünni kabilelerin, Safevi hanedanından Şah Hüseyin’e isyan etmeleri ve Osmanlı Devleti’nden yardım istemeleri sonucunda, III.Ahmed yönetimindeki Osmanlı Devleti, zaten kendisine sığınmış olan Dağıstan, Şirvan, Gürcistan’a ek olarak Van Valisi Köprülüzade Abdullah Paşa kumandasındaki kuvvetlerle Kirmanşah, Ardalan ve Hoy çevresini 1723 yılında kolaylıkla istila etmiştir. Bu sırada İran’daki karışıklıklardan yararlanmak isteyen Ruslar da Dağıstan, Derbent, Bakü Kalelerini zaptetmişlerdir.”[1] Şah Hüseyin iç karışıklıklarla uğraşıyor, devlet gittikçe güçten düşüyordu. Mir Mahmut komutasındakiler Şah Hüseyin’e karşı ayaklandılar ve İsfahan’a kadar ilerlediler. Bu gelişmeler, İran topraklarında yaşayan Sünni ve Hıristiyan topluluklarda sevinç ile karşılandı. Halk arasında Şii Safevi baskısından kurtulacakları düşüncesi yayılmaya başlamıştı.

Savaş Sürecinde Nakliye ve Yol Güzergahları

“1722’de kararı alınıp hazırlıkları başlanan İran seferi Safevi topraklarında üç kolda devam etmiştir. Bu sefer için Osmanlı birlikleri Tiflis, Kirmanşah, Revan, Hemedan ve Tebriz cephelerinde savaşmıştır.”[2] Doğuya yapılacak bir sefer gerek coğrafi şartlar, gerek hava şartları sebebiyle epey hazırlık gerektiriyordu. Osmanlı Devleti bunun için kapsamlı bir hazırlık süreci başlatmıştı. Lojistik ve her türlü mühimmatın eksiksiz vaktinde yetiştirilmesi savaşın kaderini değiştirecek önemli bir etkendi. Bu sebeple Osmanlı devleti nakliye sürecini en ince ayrıntısına kadar planlamış organize etmişti. İran coğrafyasının engebeli, dağlık oluşu nakliyenin ve ordunun ilerlemesinin büyük ölçüde karadan olmasını mecburi kılıyordu. Askeri mühimmat ve gıda ihtiyaçları Karadeniz üzerinden belli bir noktaya kadar deniz yoluyla taşınabiliyor daha sonra kara yoluna aktarılıyordu. Güzergah üzerinde konaklama noktaları ve ilerleme rotası çok önceden hesaplanmış, görevliler belirlenmişti. Sefer için istihdam sayısı da belirlenmiş; görevlilere ödenecek ücret ve diğer giderlerin tümü hesaplanmış, her aşama planlanmıştı. “İran seferlerinde askerlerin sevkinde kullanılan Anadolu’daki sol ve orta kol üzerindeki menzil güzergahlarından başka kara yolu ile zahire, mühimmat ve asker sevkiyatının sürdürüldüğü iki ana arter vardır. Bunlar; Trabzon-Erzurum-Cepheler Hattı ile İskenderun-Cepheler Hattı’dır. Çünkü Trabzon limanına deniz yolu ile Rumeli’den zahire ve İstanbul’dan mühimmat sevk edilirken İskenderun iskelesine de deniz yoluyla İstanbul’dan mühimmat sevk edilmiştir.”[3] Bu ana yollar dışında farklı alternatif yollarda zaman zaman kullanılıyordu. Bunların arasında bu seferde kullanılan en önemli yol Diyarbakır ve Mardin civarından sevk edilen malzemelerin taşındığı Batman-Tatvan güzergahıdır. Bu güzergah üzerinden taşınan envanter, Van üzerinden Tebriz’e kadar taşınıyordu. Kara yolunda ulaşım deve, beygir, katır, öküz ve arabalarla sağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nde en önemli lojistik üslerinden bir tanesi Trabzon’du. Trabzon’dan gemiler ile taşınan mühimmatlar en uygun limanda indirildikten sonra develere yüklenmiş, Erzurum üzerinden üç cepheye sevk edilmişti.[4] Develer yük kapasitelerinin yüksek olması ve dayanıklı olmaları sebebiyle hem Anadolu’da hem doğuda zahire ve mühimmat naklinde kullanılıyorlardı. Sefer boyunca kullanılan diğer yük hayvanları beygir ve katırlardır. Bu hayvanlar ihtiyacı karşılamalarına göre isimlendiriliyorlardı. “Mekkari beygiri; zahire, mühimmat ve askerlerin eşyalarının naklinde, tobkeşan beygiri; topların cepheye naklinde, saka beygiri; ordunun su hizmetinde ve menzil beygiri ulaştırmada kullanılmıştır. Katırlar ise kayıtlarda esteran olarak geçmektedir.”[5] Genel olarak kullanılan tüm hayvanların sahiplerine taşıyacakları ve gidecekleri yol oranında günlük ödeme yapılmıştır. Görevli mübaşirler ile bu hayvanların ve taşıdıkları yükün kayıtları tutulmuş, kontrolleri sağlanmıştır. Erzurum yolu üzerinden Revan ve Tebriz’e kadar yükleri öküz ve mandalar taşımışlardır. Arabaları çekmesi için kullanılan öküz ve mandaların ulaşım hızları da dikkate alınarak süreç hesaplanmış ve yolda telef olma ihtimalleri de göz önüne alınarak her 10 hayvan için 1 yedek hayvan tedarik edilmiştir.

Nakliye için kullanılan arabalar yol şartlarının ancak düz olduğu mevkilerde kullanılabilmiştir. Engebeli yol güzergahlarında arabaların zarar görmesi ve hızlı yol alamamaları sebebiyle bu yollar tercih edilmemişlerdir. Arabaların taşıma kapasiteleri birbirinden farklı olmakla beraber net olarak bilgiler mevcut değildir. Arabaların kira ücretleri günlük değil, aylık üzerinden hesaplanıyordu. Osmanlı Devleti tüm bu aşamaları göz önüne alıp; mevsimi, yol şartlarını, giderleri, zamanı, nakliyenin emniyeti vs. düşünerek yaşanacak sıkıntıların önüne geçip şartları istediği noktada tutmaya gayret etmiştir.

Savaş Süreci

Ruslarında Hazar Denizinin güneyine doğru ilerlemesini bir tehlike olarak gören Osmanlı Devleti, 1724’de Rusya ile anlaşma yoluna gitti. “Bu anlaşmaya göre, Kur ve Aras nehirlerinin birleştiği yerden kuzeye doğru Hazar sahilleri Rusya’da kalacak, Şirvan Hanı Şimahi’de ikamet edecek ve İran’ın batı eyaletleri Osmanlı Devleti’ne verilecektir.”[6]  Ermeni Patriği Rus Çarının huzuruna çıktı. Rus Çarının sureti madalyonlara basılıp halka dağıtıldı ve Gürcülerde gönüllü olarak Rus ordusuna katıldılar. III.Ahmed tarafından derbent hanı yapılan Şeyh Davud Ruslar tarafından kovulmuş Osmanlıya sığınmıştı. Daha sonra durumu şikayet için huzura gelen Şeyh, vaatler ile gönderildi.[7] Yerel Hıristiyan halkın kışkırtılması ile bunun neticesinde iç karışıklık süreci devam etti. Bunun üzerine Şeyhülislam fetvasında, İran’ı sahipsiz bölge olarak ilan etti.[8] Kandahar Eyaleti’ndeki Mahmud Han’ın önderliğinde bir Afgan Aşireti, 1722 yılında Kandahar’daki Safevi valisini öldürdü ve sonra da 1723 yılında İran’ın başkenti İsfahan dahil bir çok yeri ele geçirdi. Şah Hüseyin esir düşmesine karşın oğlu Tahmasb, Tebriz’e kaçarak orada kendisini II.Şah Tahmasb olarak ilan etti.[9]  Ruslar Bakü’ye kadar ilerlemişlerdi ve burada bulunan Müslüman halka eziyete başlamışlardı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Ruslar İran’a girmeden evvel ilerleyip daha fazla pay almayı düşünüyordu. Osmanlılar 1723 Nisan’ından itibaren hazırlıklara başladı. Böylelikle 1723-1725 yılları arasında üç koldan İran üzerine sefer yapıldı.[10] Osmanlılar Tiflis ve Gori’yi aldıktan sonra Revan ve Nahcivan’a kadar ilerlediler. Diğer bir Osmanlı Ordusunun Bağdat üzerinden ilerlemesi ve İran’daki Sünni halkında yardımları Babıali tarafından memnuniyetle karşılandı. Osmanlılar en parlak dönemlerinde dahi İran’ın bu kadar içlerine kadar ilerleyememişti. Bu hem halk tarafından hem de devlet erkanı tarafından büyük sevinçle takip ediliyordu. Osmanlılar batıda kaybettikleri topraklar yerine Doğu’da yeni yerler kazanıyor ve ilerliyorlardı. Ancak kısa süre sonra Rusların Batı İran’da varlık göstermesi Osmanlılar için tehlike olarak görülmeye başlanmış ve iki devleti karşı karşıya getirmişti. Zaten gerileme dönemine girmiş olarak gördüğümüz Osmanlı Devleti, batıda artık bir başarı gösteremiyor ve kendi topraklarının çevresinde de Rusların kıskacı altına girmeye başlıyordu. Ruslar, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde etkin siyasette rol almaya çalışmalarının yanı sıra doğuda iyice zayıflamış olan Safevilerin artık son demlerini yaşadıkları ortadaydı. Bu hem Osmanlılar hem de Ruslar için önemli bir gelişme olmasının yanı sıra Osmanlılar için sürecin iyi yönetilememesi ve fayda sağlanamaması sonucunda; Rusların doğuda da bir güç teşkil etmeleri büyük bir hezeyana yol açabilir, aynı zamanda gittikçe devleti uçuruma sürükleyebilirdi. Bu gelişmeleri göz önünde bulunduran devlet, daha etkin bir siyaset ile askeri faaliyetlerde bulunmaya başladı. Safevi Devleti, Afgan kıskacında kan kaybetmeye devam ederken Şah Tahmasb Osmanlılardan yardım talep edip; toprakları üzerinde imtiyaz verebileceğinden hatta toprak verebileceğinin sinyallerini vermişti. Ancak Osmanlılardan beklediği yardımı bulamamış, gittikçe zor bir duruma düşmesi neticesinde diğer bir güç olan Rusya’dan yardım istemek mecburiyetinde kalmış idi. Bunun sonucunda Ruslar tarafından işgal edilen Derbent ve Bakü’nün akıbetine razı olunmuştu. Bunun yanı sıra Rusların Afganlara karşı yardım etmesi karşılığında Gilan, Mazenderan ve Esterabad’ı vereceğini taahhüt etti.[11] Bu durum Osmanlının Güney Kafkasya’daki durumunu tehlike altına sokuyor ve aynı zamanda Rusların Safevi Devleti’nin iç işlerine kadar nüfuz edip, Osmanlıların Doğu sınırlarını tehlike altına sokması demekti. Rusların Osmanlılar ile aralarındaki mücadeleyi Hazar Denizi’nin kuzey batısından İran içlerine kadar taşıması, Osmanlıların Ruslara karşı sert bir tutum içine girmesine neden oldu. Bu gelişmelerin doğu ticaretini de tehlike altına sokuyor olması üzerine Fransa’nın çabaları ile taraflar bir araya gelip İran topraklarının paylaşılması üzerine ortak bir anlaşmaya varmak istemişlerdir. Bunun üzerine 24 Haziran 1724’de uzun müzakereler sonucunda İran Mukasemenamesi imzalandı.  Bu antlaşma daha önce yapılan anlaşmadan daha geniş kapsamlı olarak düşünülmüştü Osmanlılar; Gürcistan, Şirvan ve Azerbaycan’ı ellerinde tutmuş, Ruslarında Hazar bölgesindeki Gilan, Mazenderan ve Esterabad’daki varlığı tanınmıştı.[12] Şah Tahmasb; kendi topraklarının bu iki devlet tarafından paylaşılmasına rıza göstermiyordu. Bu durumu düzeltmek için yeni yollar aramaya başladı ve bunun sonucunda Osmanlılar aleyhinde propaganda yapmaya başladı. Rusların teslim aldığı bölgelerde Sünnilerin ikamet ediyor olması ve Müslüman olmayan bir devlet ile Müslüman olan bir devlete karşı böyle bir anlaşma yapılıyor olmasından ötürü İbrahim Paşa tenkide uğramaya başlamıştı. Tüm bu sebeplere rağmen Osmanlı Devlet erkanı ve İstanbul halkı doğuda Şiilere karşı bu şekilde başarılar kazanılıyor olmasından son derece memnundular. “Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Kafkasya’da son olarak ilhak ettiği arazi ise II. Konstantin Muhammed Kulu Han’ın krallık yaptığı Kahetiya Krallığı olmuştur. XVIII. yüzyılın ilk yarısında Kahetiya’nın Osmanlı İmparatorluğu tarafından ilhakı, Osmanlı kaynaklarında veya araştırmalarında Gürcü kaynaklarından farklı bir şekilde anlatılmış ve bir iki cümle ile geçiştirilmeye çalışılmıştır. Osmanlı kaynaklarında Kahetiya Kralı olan II. Konstantin Muhammed Kulu Han’ın 1723 yılında Tiflis’in ilhakından sonra aynı yılın Eylül ayında Osmanlı hakimiyetini kabul ettiği bildirilmektedir.”[13] Ayrıca bu topraklar, teşkilatlandırılması için yurtluk-ocaklık olarak II. Konstantin Muhammed Kulu Han’a verildi. 1724 yılının Eylül ayı  sonlarında II. Konstantin Muhammed Kulu Han’ın başını çektiği isyancıların dağıtılması üzerine, II. Konstantin Muhammed Kulu Han ailesi ile beraber Pşav’a kaçmak mecburiyetinde kaldı. 24 Haziran’da Osmanlılar, Kur Nehri deltasından Kirmanşah’a kadar giden bir sınır hattına hakim olmayı başardı. Böylece iki yüz yıldır sahip olmaya gayret ettiği bölgenin tamamını ele geçirmiş oldu. Mir Eşref Tahran’ı almak için birkaç girişimde bulunmuş ise de başarılı olamadı. Mir Eşref 1726 yılının ilk aylarında İstanbul’a gelen bir elçi heyetiyle Osmanlı tarafından işgal edilen tüm bölgelerin geri verilmesini talep etti. Mir Eşref kendini, görevlerini yerine getiremeyen Şah Tahmasb yerine cihat ve kutsal savaşın ikinci imamı olarak ilan etmişti. Osmanlıların harekatlarına cevap olarak Şahın yeterince etkin rol oynayamaması da önemliydi. Mir Eşref, 30-40 bin kişilik bir orduyla Osmanlılara karşı duruyordu. Bu durum Şah Tahmasb’ı iyice kenara itmeye devam ediyordu. I. Petro henüz savaşın ilk yıllarında 1725’de ölmüştü ve yerine geçen Çariçe Katerina Mir Eşref’i artık Safevilerin mirasçısı olarak tanıyordu.[14] Daha sonraları Nadir Han ile Şah Tahmasb bir ittifak kurdular. Nadir Han Şah’a bağlılığını göstermek maksadıyla ‘Tahmasb Kulu Han’ adını kullanmaya başladı ve bu isimle Horasan valisi olarak atandı. Mir Eşref İstanbul’a bir elçi heyeti gönderdi ve Osmanlılardan ilhak ettikleri tüm toprakların geri verilmesini talep etti. Ancak beklediği şekilde cevap alamadı. Daha sonra Hemedan Beylerbeyi Ahmed Paşa Bağdat’a bir saldırı düzenlediyse de Mir Eşref tarafından püskürtüldü. Bunun sonucunda Mir Eşref, İran coğrafyasındaki tüm Müslümanları Osmanlıya karşı ayaklandırmaya ve kendi tarafına çekmeye çalıştı. Bunun üzerine Tahmasb Kulu Han, Afganları Mir Eşref’e karşı ayaklandırdı. Bu gayretleri sonucunda efendisi olarak görülebilecek olan Tahmasb’ı tahta taşımayı başardı. Daha sonraki yıl üzerine yürüyen Mir Eşref’i Dangun’da bozguna uğratmayı başardı. Mir Eşref’in bu mağlubiyeti Afganların İsfahan’da kuşatılmasına sebebiyet verdi. Daha sonra 1730 yılının Ocak ayında kaçmaya çalışan Mir Eşref, Türkmenler tarafından Belucistan’da yakalanıp alıkonuldu. Bu gelişmeler devam ederken gittikçe güçlenen Tahmasb Kulu Han asıl amacına gitgide yaklaşıyordu. Şaha bağlı görünürken zor durumda olmasından faydalanıyor, her istediğini kolayca yaparak rahat bir şekilde hareket ediyordu. Asıl isteği Şahı kendisine kukla etmekti ve başarılıda oluyordu. Daha sonra ilerleyen yıllarda gizli hedefine ulaşıp devletin başına geçecekti. “Osmanlılar kısa bir süre sonra Hemedan, Tebriz, Erdebil ve Kirmanşah’tan vazgeçmek zorunda kaldılar. Nadir Şah’ın kuvvetlerine karşı çıkan Köprülüzade Abdullah Paşa yenilmişti.”[15] Bu sıralarda İstanbul’da Damat İbrahim Paşa ile devlet erkanının uygulamalarından rahatsız olan ve bu hayat tarzına tepki gösteren bir kısım, gizliden planlar yapmaya başlamış ve halk üzerinde kışkırtma yoluna gitmişlerdi. Daha sonraları İran’daki Safevi yönetimi, Osmanlının kazanmış olduğu yerleri geri almaya başlamıştı. Tekrar bir savaş hazırlığı olması yönünde karar verilmiş olmasına rağmen başta III. Ahmed ve İbrahim Paşa’nın isteksiz davranışları da durumu iyice körüklemişti. Daha sonraları Patrona Halil ismiyle tarih sahnesine çıkacak olan bir kişinin gayretiyle önce Damat İbrahim Paşa daha sonrasında ise bizzat Sultan yerini kaybedecekti.

Sonuç

Osmanlı Devleti Viyana önlerinde uğradığı hezimet sonucunda kendi içine kapanmış ve gerilemeye başlamıştı. Bu zamana kadar durumun ciddiyetini kavrayamamış olan devlet erkanı, eski prestijini geri kazanmak ve kötüye giden gidişatı yıkmak için gözünü iç karışıklıklarla uğraşan Safeviler üzerine dikmişti. Ancak Osmanlı iç politikasını yakından takip eden ve siyasi güç dengelerini kendi lehine çevirmeye başlamış olan Çarlık Rusya’sı da Osmanlının güçlenmesini istemiyor, aynı zamanda kendi menfaatlerine uygun adımlar atarak İran coğrafyasına doğru ilerliyordu. Başlarda iyi giden Şark seferi Osmanlı tebaası içinde sevinçle karşılanıyordu. Amaç olarak her ne kadar doğudaki Sünni halkın rahatlığı olarak gösterilmiş olsa da Ruslar ile yapılmış olan paylaşım antlaşması işlerin başka boyutlarda olduğunu gözler önüne seriyordu. Şah Hüseyin’in Afganlar tarafından esir edilmesi sonucunda tahta çıkmayı başarmış olan II.Tahmasb, devletin kötü gidişatını engelleyememişti. II.Tahmasb Mir Eşref ile girdiği mücadeleyi kendini Tahmasb Kulu Han olarak nitelendiren Nadir Han sayesinde kazanacaktı. Nadir Han daha sonraları Nadir Şah olarak devletin başına geçmeyi başaracaktır. Osmanlı Devleti en parlak dönemlerinde dahi kazanamadığı başarıları İran içlerine kadar ilerleyerek bu dönemde kazanmış olsa da daha sonraları devlet erkanının zevk ve sefa yoluna gitmesi ve sefer için isteksiz olmaları neticesinde kazandıkları yerleri tekrar kaybetmeye başlamıştı. Çarlık Rusya’sı da Hazar Denizi sahilleri boyunca Dağıstan üzerinden İran’a inmeye başlamış ve zamanla Osmanlı doğu sınırlarını tehdit eder hala gelmişti. Bunun üzerine antlaşma yoluna gidilmişti. Bu olaylar neticesinde 1723 senesinde başlayan sefer, 1727 yılında Hemedan antlaşması ile sonlanmıştı. İran’ın nazik durumundan dolayı Osmanlılar pek fazla toprak kaybına uğramadı. Fakat bu savaşta alınan yenilgi halk arasında padişaha ve sadrazama olan güveni sarstı ve Patrona Halil İsyanı’nın çıkmasının sebeplerinden biri oldu.  Daha sonra tekrar İran üzerine sefer düşünülmüşse de III.Ahmed ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın isteksiz olması ilerleyen zamanda Patrona Halil namıyla anılacak isyanın sebeplerinden biri olmuştu. Bu isyan dönemin önemli devlet adamlarının azli ve katli ile sonuçlanmış ve III.Ahmed dahi tahttan feragate zorlanmıştı. Böylelikle bir nevi Türk Rönesans’ı olarak görebileceğimiz Lale Devri sona ermiş, İran’da kazanılmış olan topraklarda kaybedilmişti.

Kaynakça

As Efdal, “XVI. Yy. Dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türk-İran Sınır Sorunları ve Çözümü”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 46, 2010.

Genç Serdar, “III. Ahmed Dönemi İran Seferlerinde Nakliyenin Sağlanması ve Nakliye Vasıtaları (1722-1725)”, History Studies International Journal Of History, 4/1, Mart 2012.

Jorga Nicolae, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2009, Cilt 4.

Yalçınkaya M.A. (2016), “Uyanış ve Toparlanma Çabaları”, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Tufan Gündüz, Ed., Grafiker Yayınları, Ankara.

Yalçınkaya M. Alaaddin,”XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-1789)” Türkler 12, (Ed. H. Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.

Valiyev Elvin, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Güney Kafkasya:  Osmanlı, Safevi ve Rusya Kıskacında”, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, Konya, 2014.


[1] Efdal As, “XVI. YY. dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türk-İran Sınır Sorunları ve Çözümü”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 46, 2010, s.226.

[2] Serdar Genç, “III. Ahmed Dönemi İran Seferlerinde Nakliyenin Sağlanması Ve Nakliye Vasıtaları (1722-1725)”, History Studies International Journal Of History, 4/1, Mart 2012, s.1.

[3] Serdar Genç, a.g.e., s.2.

[4]Serdar Genç, a.g.e., s.5.

[5] Serdar Genç, a.g.e., s.7.

[6] Efdal As, a.g.e., s.226.

[7] Nicolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2009, Cilt 4, s.331.

[8] Nicolae Jorga, a.g.e., s.332.

[9] Yalçınkaya M.A., “Uyanış ve Toparlanma Çabaları”, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Tufan GÜNDÜZ, Ed., Grafiker Yayınları, Ankara, 2016, s.371.

[10] Yalçınkaya M.A., a.g.e., s.372.

[11] Yalçınkaya M.A., a.g.e., s.372.

[12]  M. Alaaddin YALÇINKAYA,”XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-1789)” TÜRKLER 12, (Ed. H. Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 470-502.

[13] Valiyev Elvin, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Güney Kafkasya:  Osmanlı, Safevi ve Rusya Kıskacında”, Yüksek Lisans Tezi, T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI YENİÇAĞ TARİHİ BİLİM DALI, Konya, 2014, s.78.

[14] Nicolae Jorga, a.g.e., s.334.

[15] Nicolae Jorga, a.g.e., s.335.

Yazar Sezer Maralli

Diğer Yazımız

DONALD TRUMP’IN KANADA VE GRÖNLAND SÖYLEMLERİ BAĞLAMINDA ARKTİK JEOPOLİTİĞİ

Muhammed Nurullah Ketkanlı Balkan Çalışmaları Uzmanı Giriş Donald Trump’ın Grönland’ı satın almayı öneren çarpıcı açıklamaları, …