Giriş
7 Ekim 2023’te Hamas’ın silahlı kanadı Kassam Tugayları tarafından gerçekleştirilen “El-Aksa Tufanı” operasyonunun ardından İsrail’in Gazze’ye başlattığı “Demir Kılıçlar Operasyonu” bir süre sonra sadece Hamas’a değil bölgede kendine karşı hasmane tavır içerisinde olan ve saldırılar gerçekleştirilen bütün silahlı devlet-dışı aktörlere yönelmiştir. Böylelikle Hamas’ın yanında Güney Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husîler de İsrail saldırganlığının menziline girmiş, bölgede yıkıcı bir ortam ve sıcak savaşa dönüşen çatışmalar baş göstermiştir. İsrail, Gazze’de gerçekleştirdiği katliam ve soykırım karşısında uluslararası toplumun susması ve uluslararası hukukun etkinlik gösterememesi karşısında aynı yöntemleri bu defa Lübnan’da uygulamaya koymuş, Gazze ve Batı Şeria’nın ardından adım adım Lübnan’ı işgale yönelmiştir. İran’ın Husiler, Hizbullah vb. vekilleri ile dolaylı, 1 Ekim’de gerçekleştirdiği hipersonik füze saldırıları bağlamında ise doğrudan dahil olduğu çatışmalar karşılıklı hamleler ve misillemeler ile giderek bölgesel bir savaş ekseninde yayılma eğilimi taşımaktadır. İsrail’in MOSSAD marifetiyle önceki Hamas siyasi büro başkanı İsmail Heniyye’yi Tahran’da şehit etmesinin ardından Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı da infaz etmesi deyim yerindeyse “bardağı taşıran son damla” olmuş ve İran-İsrail ilişkilerindeki tansiyon giderek yüklemiştir. 18 Ekim 2024 tarihinde yine ABD’nin silah sevkiyatı ve mühimmat desteği yanında istihbarat desteği de sağladığı IDF, Heniye’den sonra Hamas liderliğine getirilen ve Aksa Tufanı baskınının mimarı sayılan Yahya Sinar’ı düzenlediği bir operasyonla şehit etmiştir. Tüm bu gelişmeler karşısında İran’ın ve direniş ekseninin vereceği cevap şimdiden merak konusu olurken yaşananlar Ortadoğu’daki kaos ve İran-İsrail merkezli çatışmayı giderek bölgesel ve küresel bir düzeye yaklaştırmaktadır.
İsrail’in Hamas ve Hizbullah Lider Kadrolarını Tasfiyesi Karşısında “Direniş Ekseni”
Eksiksiz ve yerinde bir tespitle 7 Ekim 2023 tarihinin İsrail ve Ortadoğu için artık “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” bir dönemi ve gelişmeler silsilesini başlattığı söylenebilir. Netanyahu hükümeti halkın rehinelerin kurtarılamaması nedeniyle giderek tükenen sabrı, protestoları, Ultra Ortodoks Yahudilerin (Haredi) askerlik ve yönetim karşıtı gösterilerine rağmen savaşı birçok cephede sürdürmeye devam ederken, Gazze ve Batı Şeria’nın ardından Beyrut (Lübnan) ve Şam (Suriye) ekseninde yayılma eğilimi gösteren İsrail saldırganlığı çoktan bölgesel güvenliği tehdit etmeye başlayan ciddi bir görünüm almıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin dahi İsrail’in nerede duracağı kestirilemeyen ve bütün Ortadoğu’yu kana boyayan revizyonist emellerini bir “ulusal güvenlik sorunu” olarak ilan ettiği herkesçe malûmdur. ABD başta olmak üzere Batı ittifakının bir bütün olarak siyasi, malî ve askerî açıdan desteklediği ve soykırımını fonlayarak görmezden gelmeyi tercih ettiği barbar İsrail yönetimi bütün dünyanın vicdanında açtığı yarayı giderek derinleştiriyor.
Uluslararası Adalet Divanı’nın (ICJ) saldırıların derhal durması ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun tutuklanması yönündeki kararlarının henüz hiçbir anlam ifade etmediği ve BM Sistemi’nin tam bir acziyet gösterdiği mevzubahis savaşta bugüne kadar 40 binin üzerinde Filistinli hayatını kaybetmiş ve yine binlerce Filistinli sakat kalmıştır. Ancak bununla da yetinmeyen Netanyahu yönetimi, Filistin’in ardından 1982 ve 2006’daki işgallerinin ardından 2024’te üçüncü kez olmak üzere tekrar Lübnan’ı işgale girişerek 8 Ekim’den itibaren ülkenin güneyi ile başkent Beyrut’ta dahil olmak üzere birçok kenti bombardıman altında bırakmış ve 2 binin üzerinde Lübnanlının ölümüne ve yaklaşık 10 bin sivilin de yaralanmasına yol açmıştır. Ayrıca yine binlerce Lübnanlı ülkelerini terk ederek Suriye’ye ve özellikle de Türkiye sınırına yakın güvenli bölgelere doğru yol almak üzere yaşadığı bölgeden uzaklaşmaya başlamıştır.
Esasen Ortadoğu’da ve Arap devletleri arasında kendisine meydan okuyacak güce ve potansiyele sahip siyasal bir rejim bırakmamak üzerine stratejisini oluşturan İsrail, Yahudi Lobisinin yoğun faaliyetiyle kitle imha silahı ürettiği ve İsrail ulusal güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin gerçekleşmesini sağlamış böylelikle Saddam rejimini denklem-dışı bırakmıştır. 1979’dan beri “direniş ekseni” üzerinden vekilleri aracılığıyla varlığını tehdit eden İran’a karşı uluslararası yaptırımların devreye koyulmasında yine başrol oynayan İsrail, Arap devrimleri süresince bölge ülkelerinin istikrarsız ve çökmüş bir yapıda kalmasını sağlamış, böylelikle etrafında kendisini tehdit etme kapasitesine sahip bir siyasal rejimin hayatta kalmamasına özen göstermiştir. Nitekim bunun en belirgin örneği olarak gösterilebilecek Suriye, Irak’tan sonra çökmüş devlet yapısına sahip “başarısız bir devlet (failed state)” olarak ortaya çıkmış, milis kuvvetlerin, radikal terör örgütlerinin ve devlet-dışı silahlı aktörlerin cirit attığı Suriye çoğu kez İsrail saldırılarının hedefi olmuştur. Devletlerin yanında devlet-dışı aktör yapılarını da hedefe koyan Tel Aviv hükümeti bu süreçte Hamas ve Hizbullah ile yoğun askeri angajmana girmiştir. 7 Ekim sonrasında kendini koruma hakkını bahane ederek önce Hamas’a ardından da Hizbullah’a yönelik saldırılar gerçekleştiren İsrail, İran’ın başkenti Tahran’da bizzat konutunda düzenlediği bir suikastla Heniye’yi şehit ederek ne kadar ileriye gidebileceğine dair İran’a bir gözdağı vermiş ve doğrudan bu ülkeyi tehdit etmiştir. Bu olayın sıcaklığı gündemden düşmeden Fuad Şükür gibi üst düzey Hizbullah komutanları yanında Hasan Nasrallah’ı da öldüren İsrail ordusu Hamas ve Hizbullah’ın mevcut lider kadrolarının büyük bir kısmını tasfiye etmiştir.
Gazze’ye olan saldırıları bağlamında bir diğer İran vekil aktörü olan Husiler tarafından da hedef alınan İsrail hem doğrudan hem de müttefikleri/koalisyon (ABD, İngiltere vb.) aracılığıyla Yemen’e misillemede bulunarak bu aktörü de baskı altında tutmaya çalışmıştır. Heniye, Nasrallah ve Şükür’ün ardından Hamas’ta şahin kanadı temsil eden Yahya Sinvar’ın da trajik bir şekilde şehit edilmesi artan suikastlar ve saldırılar neticesinde İsrail-Hamas ve İsrail-Hizbullah çatışmasının dinamiklerinin bundan sonra nasıl şekilleneceğini gündeme getirmiştir. Her şeyden önce bir örgüt ve aktör olarak Hamas ile Hizbullah varlığını “İsrail karşıtlığı” üzerine temellendiren ve onlarca yıldır değişen lider kadrosu ve taktikleriyle hayatta kalmayı beceren önemli aktörlerdir. Dolayısıyla lider kadrolarının İsrail ordusu (IDF) tarafından tasfiye edilmesi Netanyahu ve savaş kabinesinin beklediği gibi Hamas ya da Hizbullah’ta bir çözülmeyi başlatmayacağı gibi doğrudan İsrail’deki stratejik noktaları hedef alan karşı-saldırıları da sonlandırmayacaktır. Aksine bu devlet-dışı aktörlerin değişen şartlara uyum sağlayarak ve İran, Suriye, Katar, Türkiye gibi bölgesel aktörlerin gerek siyasi gerekse de ekonomik, lojistik ve diplomatik açılardan desteklenerek değişen konjonktüre adapte olma ve hayatta kalama yeteneği geliştirerek bugüne kadar geldiği biliniyor. O halde direnişin ve direniş ekseninin kişilere ve isimlere bağlı olmadığını, İsrail’in Hamas ve Hizbullah nezdindeki askeri ve siyasal figürleri tek tek öldürerek başarıya ulaşacağını sanmasının irrasyonel olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Burada İsrail’in idrak edemediği bahse konu aktörleri motive eden direniş ruhunu, ideolojiyi ve kimlik olgusunu askeri yöntemlerle bastırıp yok edebileceğini düşünmesidir.
Öte yandan vekil aktörlerinin birinci sıradaki isimlerini tasfiye eden İsrail açısından gündemdeki ismin bizzat İran dinî lideri Ayetullah Ali Hamaney olduğu ve bu nedenle Hamaney’in olası bir İsrail saldırısında hedef olmaması için ülkedeki en güvenli noktalara taşınması gerekliliği tartışılmaktadır. Halihazırda İran’ın 1 Ekim’deki hipersonik füze saldırılarına Tel Aviv’in vereceği karşılık merakla beklenirken bunun ABD Başkanlık seçimlerinden önce gerçekleşmesi de kuvvetle muhtemeldir. Kaldı ki ABD Başkanlık seçimleri ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın bunun ABD’nin yıllara sâri İsrail yanlısı Ortadoğu politikasında büyük ölçekli bir değişim yaratamayacağı ve Amerikan müesses nizamından bir sapma göstermeyeceği de ortadadır.
Ortadoğu’da Bölgesel Savaş Tedirginliği ve İsrail Sorunu
Bugün uluslararası toplum ve tarihin kabul etmek zorunda kaldığı gerçek bölgede (Ortadoğu) ve uluslararası sistemde bir “İsrail Sorununun” var olduğu ve bu sorunun küresel düzeyde bir başkaldırı, protesto ve intifada doğurarak Batı merkezli liberal uluslararası düzenin ve BM sisteminin iflâs ettiği realitesini gösterdiğidir. İsrail’de var olan Netanyahu önderliğindeki aşırı sağcı iktidar kendi toplumsal, yerel, ulusal ve bölgesel düzeylerde olduğu gibi uluslararası düzeyde de karşılaştığı itirazlara rağmen küresel ölçekte büyük bir güvenlik problemi doğurmaktadır. Bu süreçte İsrail-İran gerilimini merkeze alan ve İran vekil aktörleri üzerinden ilerleyen çatışmaların bölgesel bir savaş hali almasına ramak kalmıştır. Bölgede ABD’nin siyasi ve diplomatik hamleleri bir işe yaramazken AB, Rusya ve Çin gibi alternatif küresel güç merkezlerinin siyasal ve diplomatik olarak denkleme dahil olmasının ne gibi sonuçlar üreteceği ise hala belirsizdir. Bununla birlikte İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın yakın bir tarihte Batılı aktörlerle gerçekleştirdiği temaslara atıfta bulunarak; “ABD ve Avrupalı liderlerin, İran’ın Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye suikastına karşılık vermemesi halinde Gazze’de ateşkes ilan edeceklerine dair söz verdiğini ancak bunu yerine getirmediklerini” ifade etmesi Batı ittifakının (ABD+AB) Ortadoğu ve İsrail politikası hakkındaki inandırıcılıklarının tekrar sorgulanması gerektiğini gündeme getirmiştir.
7 Ekim sonrasında bölgede İsrail eliyle gerçekleşen “devlet terörü” Batı eliyle kurulmuş normatif uluslararası sistemin ve hukukun mimarlarına ve müttefiklerine karşı işlemeyerek bu aktörleri “dokunulmaz” ve “sorgulama-dışı” tuttuğunu göstermiş, iki-yüzlü bu politikaya uluslararası kamuoyu da tanık olmuştur. Bölgede uygulanan orantısız/sınırsız güç, şiddet ve soykırım karşısında Batı dünyasının sessiz kalarak üstüne bir de ambargo çağrılarına rağmen silah sevkiyatını sürdürerek katliama destek olması bölgedeki kaos ve şiddeti artırıcı etkide bulunmuştur.
Sonuç
Henry Kissinger Ortadoğu barış sürecinde “mekik diplomasi” yürütürken taraflarla girmiş olduğu yoğun diyalog ve görüşmeler neticesinde bir keresinde “İsrail’in dış politikası yoktur sadece iç politikası vardır” ifadelerini sarf etmiştir. Kuşkusuz bu ifadede büyük bir gerçeklik payı bulunmaktadır. Çünkü İsrail bir “güvenlik devleti” hatta daha da eski bir nitelemeyle “garnizon bir devlet” olarak dış politikasını iç güvenlik kurumlarının himayesinde ve kontrolünde yönetmektedir ve toplumsal-siyasal yapısını şekillendiren Yahudi kimliği, Holokost temelli travmaları, güvenlik stratejileri ile demografik yapısı ve Yahudi tarihi dış politikada attığı her adımı şekillendirmektedir. Bölgesel majör aktörler (İran gibi) yanında varlığını tehdit eden temel unsurlar olan Hamas, Hizbullah gibi devlet-dışı aktörlere karşı caydırıcı ve etkin olmayı güvenlik stratejisinin temel ilkesi haline getiren İsrail’in günümüzde Filistin’de gerçekleştirdiği katliamda en az onun kadar sorumlu olanlar ise İsrail ordusunu yoğun bir şekilde silahlandırıp sivillere ve Hamas ve Hizbullah liderlerine karşı nokta-atışı operasyonlar düzenlemesine imkan veren istihbaratı sağlayan Batı ittifakının aktörleri ve en başta da ABD’dir. Keza ABD bu aktörleri terörist örgüt olarak görmesinin yanında masum sivillere karşı gerçekleştirilen katliam ve soykırım karşısında da tepkisiz kalmaktadır.
Ancak buna rağmen Heniye ve Nasrallah’tan sonra Sinvar’ın da şehit edilmesi bu aktörler ve direniş adına kesinlikle bir son ya da bitiş anlamına gelmemektedir. Nitekim Sinvar’ın şehit edilmesinin akabinde kaleme alınan çeşitli analizlerde ve ileri sürülen senaryolarda daha önce de Hamas’a liderlik etmiş ve şu an Diaspora’dan sorumlu yönetici olarak hizmet eden Halid Meşal’in yeniden Siyasi Büro başkanlığına getirilmesi en olası seçenek olarak değerlendirilirken Sinvar’ın ölümünün Ortadoğu için Gazze’deki savaşın bittiği anlamına gelmediği hatta Hamas’la olan çatışmanın yeni bir döneme girdiği ileri sürülmektedir. Keza Sinvar’ın şehit edilmesinin ardından İsrail başbakanı Netanyahu da yapmış olduğu açıklamada bunun Gazze’deki savaşın sonu anlamına gelmediğini belirtmiştir. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte Heniye’den sonra Sinvar’ı da kaybeden Hamas’ın lidersiz kalıp mücadeleyi sürdürmeyeceği ne kadar olanaksız ise İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’dan sonra tüm Ortadoğu bölgesini etkileyen işgal ve soykırım eyleminin Batı ve uluslararası toplum tarafından engellenmesini beklemek de 7 Ekim’in yıldönümünde pek de sahici ve mantıklı durmuyor.