İki Dünya Savaşı Arası Dönemde İtalya ve Almanya’nın Dış Politika Uygulamaları

Fatmanur Taşçı

Dış Politika Araştırmacısı

“İki Dünya Savaşı Arası Dönem” bir diğer adıyla “Geçici Barış Dönemi” siyasi tarih literatüründe Birinci Dünya Savaşı’nın sonu ile İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı yani 1918 ila 1939 yılları arasındaki zaman dilimini kapsamaktadır. Avrupa’nın ve sonra dünyanın bir dünya savaşından başka bir dünya savaşına girmesine köprü olan bir dönemdir. Bu dönemdeki düzene Versailles düzeni denilmektedir. Bunun nedeni 28 Haziran 1919 yılında Versailles Sarayı’nın Aynalı salonunda Almanya ile Statükocu devletlerarasında imzalanan Versailles Antlaşmasıdır. Çünkü bu antlaşma savaş sonrası düzenin ve diğer devletlerle imzalanacak barış antlaşmalarının temelini oluşturmaktadır. Yaklaşık 20 yıl süren bu düzen yaralı ve aksak bir yapıya sahip olup, Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya olmak üzere dört imparatorluğun yıkılması bir güçler boşluğu meydana getirmiştir. Bu boşluk, yenen devletlerin bir takım girişimleri ile doldurulmaya çalışılmıştır ancak yenen taraftan da olmak üzere, başta Almanya ve İtalya olmak üzere birçok devleti ve ulusu memnun etmemiştir. Büyük devletlerin çıkarlarına göre yapılan antlaşmalar ile bir düzen görünürde sağlanmış olup uluslararası ilişkilerde birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Bu dönem içerisinde, mevcut düzenden memnun olmayan devletlerden Almanya ve İtalya’nın dış politikasını incelerken iç politikalarını da göz önünde bulundurmak sağlıklı bir tutum olacaktır. Çünkü ülkelerin iç durumu, dış politikalarında belirleyici rol oynamaktadır.

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya, daha savaşın sonlarında büyük iç sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Örneğin; 1918’in Kasım ayında askeri bir ayaklanma olmuş, İmparatorluğa son verilerek, “Cumhuriyet” ilan edilmiştir. Ancak Almanya’da önceden beri süregelen grevler, ayaklanmalar sürmeye devam etmiş iç karışıklıklar daha da çoğalmıştır. Ülke bu durumda iken, imzalanan Versailles Antlaşmasının getirmiş olduğu ağır koşullar, her yerde yoksulluk ve açlığın hâkim olması kanun ve nizamın bozulması, cumhuriyetin iç ve dış politikalarındaki başarısızlıkları, ekonomik durumun bozukluğu, işsizlik sorunu ve bunlara bağlı olarak  huzursuzluğun gittikçe artması, Almanya’yı iç politika ve ekonomik yönlerden tam bir kargaşa ve çöküntü içine sürüklemiştir. Almanların bu ortamdaki duygularından yararlanan aşırı sağcı ucu temsil eden Adolf Hitler, işsizliğe çare bulacağını vaat ederek ve Yahudi düşmanlığını körükleyerek örgütlenmeye ve güçlenmeye başlamıştır. Bunlara bağlı olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında güçlü olan sol akımın güç kaybederken, sağ akımın güç kazandığını söyleyebiliriz.

1923 yılına gelindiğinde ise Almanya’da kimi Almanlar tarafında vatan haini olarak suçlanan ancak son derece ılımlı politikalarla Alman ekonomisini yeniden canlandıran Maliye Bakanı Gustav Stresemann Başbakan olmuştur. Bu dönemde Almanya’nın tamirat borçlarının düzene konulması için ABD’den bir ekonomistin başkanlığında ödeme planı yapılması için Charles G. Dawes tarafından bir komisyon kurularak Dawes Planı yapılmıştır. Alman ekonomisine adeta rahatlama getirmiştir. Bu plan sayesinde, Almanya’nın ekonomisinin iyiye gitmesinin yanı sıra Fransa ile ilişkileri de bir nevi düzelmiştir. İlişkilerinin düzelmesi üzerine Fransa’nın girişimi ile 16 Ekim 1925’te İsviçre’nin Lokarno Kasabasında Lokarno Antlaşmaları imzalanmıştır. Bu antlaşmalarla, Almanya-Fransa ve Almanya-Belçika arasındaki sınırlar yani Almanya’nın batı sınırları kesinleşmiştir. Savaşmak yerine bu antlaşmalarla barışçıl bir yol izlenerek ikili antlaşmalar da yapılmıştır. Bunlar Almanya-Fransa, Almanya-Belçika, Almanya-Çekoslovakya, Almanya-Polonya arasında yapılan antlaşmalardır. Bu antlaşmalar iki savaş arası döneme adeta barış ruhu getirmiştir. Bu antlaşmaların ardından 1926 yılında Almanya Milletler Cemiyetine üye olarak kabul edilmiştir. Bu antlaşmalarda Fransa’nın Almanya’nın tamirat borçlarından birtakım tavizler vermiş olduğu göze çarpmaktadır. Bu durumdan hareketle Lokarno Antlaşmaları’nın, Versailles Antlaşması’nı zayıflatan bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’nın tamirat borçları için Dawes Planı’ndan yaklaşık dört yıl sonra tekrar bir komisyon toplanmış, bu sefer Owen D. Young önderliğinde  Young Planı hazırlanmıştır. Ancak bu planı yürütmek mümkün olmamıştır çünkü 1929 yılında ABD kaynaklı olan “Büyük Buhran” tüm dünyayı kasıp kavurmuştur ve Almanya, 1930 yılından itibaren borcunu ödeyemeyeceğini dile getirmiştir. Bu sırada, Büyük krize tedbirler getiren ABD Başkanı Hervert Hoover’ın hazırlamış olduğu Hoover Moratoryum’unda Almanya için tek seferde 750 milyon dolar ödemesi takdirinde borcuna sünger çekileceği hükmünün yer alması üzerine Almanya tek seferde 750 milyon dolar ödemiş ve böylelikle Almanya’nın tamirat borcu bitmiştir.

1929 yılında baş gösteren bu ekonomik krizinin etkisiyle dünyada ve tabii ki Almanya’da ekonomi bozulmaya başlayınca aşırı uçlardaki partiler kuvvetlenmeye başlamıştır. Lokarno Andlaşmaları döneminde oy oranı bir hayli düşük olan 1918’de Alman İşçi Partisi olarak Münih’te kurulmuş ancak daha sonra Nasyonal-Sosyalizm Partisi adını alan Nazi Partisi’nin oy oranı bu kriz döneminde artış göstermiş ve sonuç olarak Nazi Partisi iktidara gelmiştir. Almanya, Nazi Partisi’nin lideri olan Hitler’in iktidara gelmesiyle köklü bir rejim değişikliğine uğramıştır. Hitler’in ilk işi önce anayasayı değiştirerek rakip partileri ve önderleri saf dışı bırakıp diktatörce bir iktidara sahip olmak olmuştur. Daha sonra silahlı kuvvetleri yeniden kurarak, insanları ve makineleri yeniden çalıştırmaya başlamış,  kurnaz ve gözü pek diplomatik manevralara girişmiştir. Çünkü Hitler’e göre Almanya, bir dünya gücü olmak zorundadır. Günden güne içte güçlenmeye başlayan Almanya dışta da aktif bir politika izlemeye başlamıştır. Buna ilişkin olarak Hitler’in izlemiş olduğu dış politika’nın üç aşamalı olduğunu söyleyebiliriz bunlar:

  1. Almanya’nın Versailles Antlaşması’nın kısıtlamalarından kurtulması,
  2. Almanya dışında yaşayan bütün Almanların Almanya sınırları içine alınarak “bir ulus-bir devlet” ilkesinin gerçekleştirilmesi,
  3. “Hayat sahası” (Nazi emperyalizmin adıdır) politikasıyla Alman devletinin mutluluğunun en üst düzeye çıkarılmasıdır.

Hitler’in izlemiş olduğu bu politikalar doğrultusunda, saf üstün Alman ırkı yaratma isteği ile sağlıklı Almanları evliliğe teşvik ederken  pek çok zulüm yapmıştır. Hitler  ve yapmış olduğu zulümler denildiğinde genellikle ilk akla Yahudilere yapılan zulümler akla gelir ancak Yahudiler başta olmak üzere pek çok insana da zulüm yapmıştır. Hitler tarihin büyük bir insanlık dramına sahne olmasına neden olmuştur. Örneğin; Almanya’nın Barbarossa Harekâtı sırasında hayat sahası adına orduların bir kısmını Rusya’nın da işgal etmiş olduğu Ukrayna’daki tarlalara göndermiştir çünkü öncelik yaşam sahasında ekonomik işgaldir. Çoğunluğu olmasa bile bazı Ukraynalılar Rus direnişçilere katılmıştır ve bunlar Ukraynalı çingene halkıydı. Hitler’e verilen raporda halkın bir kısmının direnişçilere katıldığının söylenmesi üzerine Hitler, çare olarak bütün çingene halkının öldürülmesi emrini vermiştir. Bunun sonucu olarak direnişçilere katılan örneğin %5 iken %90 a çıkmıştır. Bütün bunların yanı sıra dış politikada aktif rol oynamaya devam eden Hitler, yaşam sahası politikası doğrultusunda askerden arındırılmış bölge olan Ren bölgesini işgal etmiştir. Nitekim Hitler’in yaşam sahası Rusya’da da büyük hezimete sebebiyet vermiştir.

Diğer taraftan birçok otorite tarafından İkinci Dünya Savaşı’nın provası olarak görünen İspanyol İç Savaşı’na baktığımızda bu savaşta Franco kuvvetlerine İtalyanlar ve özellikle Almanlar hem askeri bakımdan hem de teçhisat bakımından yardım yaptığını ancak Komünist Parti mensuplarına Ruslardan böyle bir yardım gelmediğini görmekteyiz. Buradan hareketle Hitler’in, askerlerini savaşa hazırlamakta, yabancı ülkelerdeki hareketleri değerlendirmede ve askeri anlamda teşkilatlanmada ve yabancı ülkelerdeki hareketleri değerlendirmede daha başarılı olduğunu ve bunu kendi çıkarları doğrultusunda dış politikasına en iyi şekilde yansıttığını söyleyebiliriz. Almanya’nın bütün bunlar ve dahası olan girişimleri doğrultusunda Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dengeyi değiştirmeye yönelmesi, saldırgan bir politika izlemekten inatla vazgeçmemesi bu dengenin ve statükonun sürmesinde yararı olan diğer devletlerin Almanya’ya karşı harekete geçmesine neden olmuştur. Sonuç itibariyle Almanya Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına önayak olmuş sonrasında da Avrupa’nın büyük bir bölümü ile Asya’nın küçük bir kısmını istila etmiştir.

Almanya’nın yanı sıra Birinci Dünya Savaşı’na büyük ümitlerle giren, yenen devletlerden biri olmasına rağmen, savaştan yorgun çıkmış ve savaş sonunda yapılan antlaşmalardan da istediklerinin çoğuna kavuşamamış olan İtalya’ya baktığımızda, savaşın getirdiği maddi ve manevi kayıpların etkisiyle ekonominin kötüye gitmesi, işsizliğe bir türlü çare bulunamaması, sayıları 500.000’e kadar varan asker kaçakları, İtalya’da devlet otoritesinin zayıflamasına neden olarak İtalyanların maddi ve manevi bir dağınıklık yılgınlık içene düşmesine sebep olmuştur. Savaşın ekonomik ve sosyal hayatta yarattığı bu sarsıntı İtalya’da liberalizmin yanında sosyalizm ve komünizm gibi akımların da güçlenmesine neden olmuştur. Buradan hareketle İtalya’da iç politikada ne istikrar ne de hükümetin otoritesi kalmıştı bunu 1919-1922 yılları arasında iki defa seçim yapılarak dört hükümetin değişmesinden kolaylıkla çıkarabiliriz. İtalya’nın bu iç durumu, ünlü Scala nutkunda: “Her şey devlet içinde ve devlet için, hiçbir şey devlet dışında ve başka bir şey için değildir.” Diyen Benito Mussolini’nin liderliğinde komünizme olduğu kadar liberal demokrasiye de aynı derecede düşman disiplin taraftarı, koyu milliyetçi bir parti olan 1919’da kurulan Faşist Partisi’nin işine yaramıştır. Çünkü İtalya halkı, memleketin bu anarşik durumunda faşizmin disiplin ruhuna sarılmıştır. Faşist Partisi, Paris Barış Konferansı’nda küçük düşürülen İtalya’yı güçlendireceğine ve Roma İmparatorluğu’nu yeniden kuracağına dair birtakım vaatlerde bulunmuştur. 1922 yılının Ağustos ayında işçilerin genel grevle ekonomiyi felce uğratmaları ve durumun karışması üzerine Faşist Parti’nin Kara Gömleklileri Napoli’den Roma’ya bir yürüyüş gerçekleştirerek hükümet darbesine hazırlanınca kral selameti, hükümeti Faşist Partisi’ne vermekte bulmuştur. Faşizmin bu kansız darbesiyle Mussolini başkanlığa getirilmiştir. Mussolini’nin  ilk işi muhalefeti ve demokratik müesseseleri ortadan kaldırarak devleti Faşist Partisi’nde kişileştirmek olmuştur. Aşırı ulusçuluğu esas alan bu Faşist yönetim, iç politikaya yönelik olarak ülkedeki diğer ırklardan olanları zorla İtalyanlaştırmaya çalışmıştır. Günden güne İtalya da otoritesini güçlendiren Mussolini, dış politikaya yönelmiştir ve “Bizim Akdeniz” (Mare nostrum) dediği Akdeniz çevresinde sömürge kurmaya, yani emperyalizme yönelmiştir. Faşist yönetimin yayılma ve genişleme politikası, çevresinde ve Doğu Akdeniz ülkelerinde huzursuzluk yaratmıştır. Mussolini, 1920 yılında serbest şehir olarak bağımsızlık statüsü kazanmış olan Yugoslavların Rijeka dediği liman şehri olan Fiume’yi 1924 yılında Yugoslavya üzerinde baskıda bulunarak andlaşma ile Fiume’nin İtalya’ya katılmasını sağlamıştır. Daha sonra Yunanistan’a yönelmiştir. 1927 yılında Tiran Andlaşması ile Arnavutluk Devleti’ni koruyuculuğu altına almıştır. Mussolini’nin Anadoluyu da yayılma alanı içine alma düşüncesi, Türk-İtalyan ilişkilerinde soğukluk yaratmış ve İtalya’nın bu politikası Balkan Paktı’nın kurulmasında önemli rol oynamıştır. Diğer taraftan İtalya, 1935 yılında henüz sömürgecilerin ellerinin değmediği doğal zenginlikleri bol olan Habeşistan’a saldırmış 1936 yılında buraya egemen olmuştur. Böylelikle Nil Nehri’nin kaynaklarına sahip olmuş doğal olarak bu durum Mısır için tehlike çanlarını çalmaya başlamıştır. Bu şekilde Doğu Akdeniz’e sokulmaya başlayan İtalya ile Fransa ve İngiltere arasındaki ilişkilerin gittikçe bozulmasına neden olarak İtalya’nın Fransa’ya karşı Almanya ile yakınlaşmasını sağlamıştır.

Almanya ve İtalya’yı birarada sentezleyerek  ikisi arasındaki ilişkiye bakacak olursak İtalyan Faşizminin ve Alman Nazizminin bazı ortak amaçlara sahip olmalarına rağmen ırkçılık düşüncesinin İtalya Faşizminde daha zayıf olduğunu, İtalya’da kültüre dayalı bir milliyetçiliğin bulunması vb. gibi gerekçelere dayalı İtalya, Almanya’ya kıyasla daha az tehditkâr ve tehlikeli görülmektedir. Bunun yanı  sıra Alman halkı savaşmak isterken, İtalyan halkının istememesi ama Mussolini’nin üst tabaka ve Napoli’de oluşturup Roma’ya getirmiş olduğu savaşmak isteyen paramiliter kuvvetleri buradan ayrı tutmak gerekir. Hitler, SA kuvvetleri başta olmak üzere askeri anlamda ve teçhisatlanmaya ciddi önem verip çaba sarf ederken Mussolini’nin çokta bir çaba sarf etmemiş olduğu göze çarpmaktadır ki bunu Mussolini’nin iktidar’a geldiğinde Hava kuvvetlerinde 20 küsür uçak varken İkinci Dünya Savaşı Dönemi’nde bunu geliştirmediğinden ötürü Hitler’in uçak göndermesinden çıkarabiliriz. İkinci Dünya Savaşı Dönemin’de Kuzey Afrika Cephesin’baktığımızda ise cephede sözde İtalya ile Almanya Müttefiklere karşı beraber savaşmıştır ancak buna rağmen Alman olan çöl tilkisi olarakta bilinen ve D Day sırasında bütün sahiller alınırken Omaha Sahili Savunmasıyla Omaha Sahili’nin bir hafta geç alınmasıyla da bilinen Erwin Rommel aynı anda pek çok hatta savaşarak yıldızı parlayan isim olmuştur. Yani savaş esnasında İtalyanlar’ın kayda değer başarısı denildiği yerlerde Almanların etkilerini görmekteyiz ki durumun böyle olmasının temeli İki Dünya Savaşı Arası Dönemde ülkelerin izlemiş oldukları iç ve dış politika ve kendilerini geliştirmek için gösterdikleri çabaların ne denli olduğunda yatmaktadır.

Sonuç olarak, Almanya ve İtalya’nın dış poplitikalarını ekonomik amacın yanında ideolojik temellere oturttuğunu ideolojilerini yayma çabaları olduğunu, Almanların saf Alman ırkını yüceltme çabalarında ve İtalya’nın diğer ırkları italyanlaştırma çabalarında görmekteyiz. Hem Almanya hem de İtalya bu doğrultuda hayalperest dış politikalar izlemişlerdir. İki Dünya Savaşı arası dönemde Almanya ve İtalya’da olduğu gibi birtakım diktatörlüklerin kurulması savaş sonrası Avrupası’nın 19.YY liberalizmine göstermiş olduğu bir tepki olduğunu söyleyebiliriz.

Yazar Fatmanur Taşçı

Diğer Yazımız

Demokrasi-Otokrasi Dengesi

Umut Bağdadioğlu Araştırmacı Bu makalede demokrasi ve otokrasi kavramları ele alınmıştır. Demokrasinin halk egemenliği, hukukun …