Büşra Erbil
Siyaset Bilimi Uzmanı
Edmund Husserl, modern felsefenin önemli akımlarından biri olan “Fenomenoloji”nin kurucusu olarak bilinir. Fenomenoloji, “öz”e ulaşma çabası güder ve felsefenin temellerini doğrudan fenomenlerden hareketle incelemeyi önerir. Husserl’in “şeylere dönmek” (Zurück zu den Sachen selbst!) çağrısı, felsefenin yalnızca kuramlara değil, doğrudan deneyimlenen fenomenlere yönelmesi gerektiğini savunur. Bu yöntem, 19. yüzyılın “öze” dair bilginin mümkün olmadığını öne süren görüşlerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Husserl’in bu yaklaşımı, yalnızca fenomenolojinin gelişimine katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda Varoluşçuluk ve Yeni Ontoloji gibi felsefi akımların doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Onun düşünceleri, Platon, Descartes, Kant ve Hegel gibi klasik filozoflardan etkilenmiştir. Buna karşılık Husserl de Heidegger, Scheler, Hartmann ve Sartre gibi kendisinden sonraki birçok önemli düşünürü derinden etkilemiştir. Felsefe tarihinde, önceki düşünürlerden bağımsız bir sistem oluşturmak neredeyse imkânsızken, Husserl’in fenomenolojiye katkısı, çağdaş felsefenin gidişatını önemli ölçüde şekillendirmiştir.[1]
Husserl’e göre, özler alanına ulaşmak için dış dünyanın bilgilerine ve ön yargılarına tamamen uzak durmamız gerekmektedir. Bu yaklaşım, fenomenolojinin temel ilkelerinden birini oluşturur; zira çoğu zaman var olduğunu düşündüğümüz şeylerin daha dikkatli bir inceleme sonucunda var olmadığını ya da beklediğimiz gibi olmadığını deneyimlemişizdir. Ancak bu durum, dünyanın varlığından şüphe duymamız gerektiği anlamına gelmez. Husserl, dünyayı var kabul eder, fakat sağlam bir temele ulaşmak için tüm yargılardan ve varlık savlarından kaçınmayı önerir.
Husserl’in şüphe anlayışı, Descartes’ın şüphe yönteminden farklıdır. Descartes, her şeyi sorgulamakla başlayarak bir dizi yargı oluşturur ve bunlardan yola çıkarak ilerlerken, Husserl bu tür bir yargıda bulunmaz; daha ziyade, fenomenolojik indirgeme işlemi bir anda gerçekleşir. Husserl’in yaklaşımında, varlık ve bilgi dâhil olmak üzere tüm varlık savları geçici olarak askıya alınır (epokhe), ancak bu, bilgilerin özüne bir dokunuş yapmaz. Epokhe, mevcut bilgilerin özünü değiştirmeden, onları bir kenara bırakmak anlamına gelir. Bu bağlamda, Husserl’in şüphe anlayışı, bilincin içkin yapısını keşfetmeye yönelik bir metodoloji olarak işlev görür. Yani, epokhe, yargılara dair herhangi bir değişiklik yapmadan, fenomenlerin doğasına odaklanmayı sağlar.[2]
Husserl’e göre, fenomenoloji, bir şeyin ya da olgunun belirli bir durumunu değil, onun özünü ve bütünsel yapısını anlamayı hedefler. Bu, fenomenleri kendi doğalarına uygun bir biçimde ele almak demektir; yani, algıyı yalnızca bir algı olarak, yargıyı bir yargı olarak, duyguyu da bir duygu olarak incelemek gerekir.
Fenomenoloji, bir “ilk felsefe” (philosophia prima) olarak her türlü felsefi incelemenin dayanağını oluşturur ve araştırmalarına hiçbir varsayım veya hipoteze bağlı kalmadan başlamayı gerektirir. Husserl, fenomenolojinin kendi içindeki meşruluğunu kendi nesnesiyle sağlaması gerektiğini vurgular. Ancak, tüm bilimler kendi alanlarına ait fenomenleri incelerken, fenomenolojinin inceleme konusu olan fenomenlerle bu bilimlerdeki fenomenler arasında bir fark vardır. Bu fark, Husserl’e göre, fenomenolojiye özgü tavırda, yani “fenomenolojik tavır”da yatar. Fenomenolojik tavır, “doğal tavır”la zıt bir yaklaşımdır. Doğal tavır, şeyleri oldukları gibi kabul eden ve dogmatik bir anlayışla yüzeyde kalan bir yaklaşımı ifade eder. Fenomenolojik tavır ise eleştirel bir öz araştırması gerektirir ve refleksiyon üzerine kurulur. Bu yaklaşımda bilinç, kendi içkin varlık alanına, yani bilinç fenomenlerine dönerek, kendi yapısını eleştirel bir biçimde inceler. Herkesin kolayca benimseyemeyeceği bu tavır, bilinç aktlarını eleştirel bir yaklaşımla inceler ve alışkanlık ya da yatkınlık gerektirir.[3]
Fenomenolojide, öz ve nelik araştırması, açıklık ve düşüncenin verili olanla olan uygunluğu açısından önemli bir yere sahiptir. Husserl’in temel amacı, şeylerin özlerini aydınlatmak ve betimlemektir. Bu bağlamda, “salt ben” alanı, kesinlik ve hakikatin bulunduğu yer olarak kabul edilir. Fenomenolog için dünya, bireyin deneyimlediği ve algıladığı bir gerçekliktir; yani, dünya “benim için” olandır. Bu dünya, nesneler ve nesneler arası ilişkilerden oluşur.
Daha kesin bir ifadeyle, fenomenolojinin ayırt edici özelliği, eidetik evrenselliği içerisinde tüm bilgileri ve bilimleri kapsamak ve özellikle de bu bilimlerde doğrudan algılanabilir olan her şeyi, ya da en azından gerçek bilgiler olarak kabul edilebilecek olan her şeyi içermektir. Herhangi bir yöntemdeki olası tüm başlangıç noktalarının ve doğrudan adımların anlamı ile meşruiyeti, bu yargı alanında yer alır. Böylece fenomenoloji, “olabilirlik” ile ilgili radikal sorunları çözen tüm eidetik bilgileri kapsamaktadır; bu nedenle bu bilgiler, koşulsuz ve evrensel olarak geçerli kabul edilir.
Uygulamalı fenomenoloji, her bir belirli bilimin nihai eleştirisini ortaya koymak zorundadır; dolayısıyla, nesnelerinin “varlığı”nın anlamını ve kullanılan yöntemlerin temel açıklamalarını belirleme işlevini üstlenir. Bu bağlamda, fenomenolojinin, bir bakıma, tüm modern felsefenin gizli özlemlerinden biri olduğunu anlamak oldukça kolaydır. Fenomenolojiye yöneliş, daha önce derinlemesine incelenmiş olan Cartesian temel düşüncelerde mevcutken; daha sonra Locke okulunun psikolojizminde de kendini göstermiştir. Hume, bu alanın sınırlarına neredeyse adım atmış ancak gözleri kapalı kalmıştır. Nihayetinde, fenomenolojiyi doğru bir şekilde görebilen ilk düşünür Kant olmuştur; onun en derin sezgileri, fenomenolojinin ait olduğu bölgenin özgüllüğünü zor bir çalışma ile net bir şekilde kavradığımızda tam anlamıyla anlaşılır hale gelir.[4]
Husserl’in fenomenolojik yaklaşımında, betimleme yoluyla ele alınan “salt ben” alanı, mutlak varlık alanıdır. Doğanın paranteze alındığı bu saf ben alanının varlığı, düşünülmesi gereken bir durumdur. Paranteze alınan her şeyden geriye kalan, fenomenolojik kalıntı (residuum) olarak adlandırılan mutlak varlıktır; bu varlık, kesinliği kurarak dünyayı anlamlandırma işlevini görür. Bu nedenle, saf bilinç alanı, fenomenolojinin araştırma nesnesidir. Husserl’den sonraki fenomenoloji, kesin bilim olma iddiasını terk etmiş ve daha çok bir yöntem olarak benimsenmiştir. Kesin ve mutlak bir bilimin kurulabilmesi için mutlak bir varlığa ihtiyaç olduğu açıktır. Husserl açısından, mutlak olan bilincin varlığı, kesinliktir; yani “salt ben,” dış dünyaya bağımlı değildir. Ancak fenomenolojinin kurulumu için başka bilinçlerin varlığına ihtiyaç vardır.
Husserl, deneyimlediğimiz dünyanın sadece kendi bireysel algılarımızdan değil, diğer bilinçlerle olan etkileşimlerimizden oluştuğunu belirtir. Başka benlerle kurulan bu dünya, intersubjektif bir gerçekliktir; bu da demektir ki, anlam yalnızca bireysel bir deneyimle değil, başkalarıyla paylaşılan deneyimlerle inşa edilir. Bu bağlamda, anlamın oluşumu için diğer benlere ihtiyaç duyulmaktadır. Böylece, fenomenoloji, bireysel deneyimlerin ötesinde, ortak bir bilinç alanının keşfi ve anlamlandırılması sürecine dönüşmektedir.[5]
Fenomenolojinin sistematik çalışması, geleneksel felsefi karşıtlıkları (rasyonalizm-ampirizm, öznelcilik-nesnelcilik vb.) tartışmasız ve zayıf uzlaşmalara girmeden çözümlemekte, bu karşıtlıklardaki yarı doğruları ve mutlaklaştırmaları eleştirmektedir. Öznelcilik, transandantal öznelcilikle aşılabilir; bu yaklaşım nesnelliği deneyim aracılığıyla anlamaya çalışır. Ampirizm, deneyim kavramını genişleterek aşılabilir ve fenomenoloji, sezgi ile nesnelliği araştıran bir disiplin olarak öne çıkar. Tüm varlığın transandantal özneliklere izlenmesi, dünyayı teleolojik bir biçimde düşünmeyi gerektirir; ancak fenomenoloji, doğalizmde de bir gerçeklik çekirdeği bulur.
Fenomenolojik felsefe, tüm yöntemini Yunan felsefesinin başlangıcından itibaren bu yöntemli niyetlerin saf bir sonucu olarak görmektedir. Özellikle, rasyonalizm ve ampirizm doğrultusundaki hâlâ canlı niyetleri sürdürmektedir; bu, Descartes’tan Kant’a ve Alman idealizmi üzerinden günümüzün karmaşık dönemine kadar uzanmaktadır. Saf bir yöntemli niyetin sonucu, sorunların ele alınmasını ve tamamlanmasını sağlayan gerçek bir yöntemi ifade eder; bu yol gerçek bilimde sonsuzdur. Buna göre, fenomenoloji, fenomenologun felsefi bir sistem idealinden vazgeçmesini ve diğerleriyle birlikte mütevazı bir işçi olarak sürekli bir felsefeye adanmış bir yaşam sürmesini talep eder.[6]
Kaynakça
[1] Ülker Öktem, Fenomenoloji Ve Edmund Husserl’de Apaçıklık (Evıdenz) Problemi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 45,1 (2005) 27-55, s.28.
[2] Fahrettin TAŞKIN, Husserl’in Temel Kavramları, Dört Öge, 19, 2021, 151-168, s.153.
[3] Ülker Öktem, Fenomenoloji Ve Edmund Husserl’de Apaçıklık (Evıdenz) Problemi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 45,1 (2005) 27-55, s.29.
[4] Edmund Husserl Collected Works, Ideas Pertaınıng to a Pure Phenomenology and to a Phenomenologıcal Phılosophy, Translated by F. Kersten, 1983 Martınus Nıjhoff Publıshers, Volume II, p.141,
[5] Ezgi Can, Fenomenolojide Hakikat Sorunu Ve Edmund Husserl’de Dolayımsız Olarak Algılanamayan ‘Başka’, ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Temmuz/July 2020, 13(2), 159-171, s.169
[6] Edmund Husserl, “Phenomenology,” Edmund Husserl’s Article for the Encyclopaedia Britannica* (1927) , revısed translatıon by Rıchard E. Palmer, http://www.metinbal.net/metin_bal_Courses_instructed_by/Course_Texts/Husserls_Phenomenology_Britannica_Article.pdf, Erişim Tarihi:31.10.2024.