ORYANTALİZM VE SONRASINDA POSTKOLONYAL TEORİ ÇERÇEVESİNDE İSRAİL VE ORTA DOĞUYU ANLAMA ÇABALARI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Seval TOMAK BAL

Araştırmacı

Hareetz gazetesi yazarı Gibon Lewi’nin söylediği gibi, “Avrupalı”sınırının sonunda    İsrail devleti mi bulunuyor? Medeni dünyadaki özgürlüğün, bekçiliğini ve Avrupa değerlerinin korunmasını sağlayan, sınırdaki yegane güç İsrail devleti midir gerçekten? Batı medeniyetinin kendisini konumlandırdığı karşıt alanda oryantalizm duvarı örülmüş. Bugün somut manada sınırları kesin olarak çizilmemekle beraber Avrupa’nın tamamının Batı medeniyeti çatısı altında toplanıp toplanamayacağı tartışmasına girmeyeceğiz şimdi. Ancak küresel sistemin aktörlerinin hareket alanını tespit etmek ve ileriki dönemde atacaklar adımları öngörebilmek için sınırlara ihtiyacımız var. Naura Erakat, Youssef Munayyer, Ahmet Shihab Eldin, Maha Nassar… bu konular üzerine fikir üreten tanınmış düşünür ve gazetecilerden.

Günümüzden geriye doğru gidecek olursak bugünkü hadiselerin ardında yatan gerçekliği postkolonyal teoriyi ortaya atan Edward Said’in yazdığı “Orientalism” adlı eserinde açıkladığı düşüncelerinden (J.Daniel Elam, 2025) yola çıkarak “sömürgecilik karşıtlığı” üzerine teşekkül eden devletlerin yer aldığı Orta Doğu‘yu ve hala devam eden çatışmaları okuyabilir, onları yerli yerine koyabiliriz belki.

Bu yazıda tartışacağımız İsrail politikalarının anlamlandırmasında postkolonyal teorinin kurucularından -Oryantalizm ve Filistin’i konu alan eserleri ile bilinen- Edward Said, kitabında daha çok “batının doğuya nasıl temsil ettiğini” sorgulamıştır. Onun emperyalizm eleştirisi bugünün İsrail hükümeti politikalarını anlamamızı kolaylaştıracaktır. Sömürgeciliğin neleri getirip neleri götürdüğünü sorgulatan bu minvalde meydana gelen olayların anlaşılmasında önemli bir yerde bulunan “kültürel hegemonya” kavramı Filistin’de karşımıza çıkmaktadır.

Postkolonyal bakış açısına göre, kültürel çatışmalar, emperyalizm eleştirisinin odak noktasında bulunmaktadır. Oryantalist bakışın devamında farklı düşünürler tarafından teoriye yeni bakış açıları eklemlenmiştir. Homi Bhabha, özellikle “güç dinamikleri”olgusunu bu teoriye eklemiştir. Gayatri Chakravoryty Spivak ise “alt alternatif konuşabilir mi” sorusu ile hayli tartışılmıştır. Ona göre, temsil ve sömürü ikilisi beraberinde sınıf bakışı ile birlikte okunduğunda hadiselerin içyüzü ortaya çıkarılabilecektir. kendisi “sessizleştiriilmiş sesler” ve temsilleri üzerine tartışma açmıştır.

Oryantalist ideolojiye göre Batı, bir kimlik ve taşınır bir ideoloji biçiminde kendisini primitif saydığı ve bundan ötürü dışladığı ötekinin karşısında konumlandırarak “Doğu”yu sosyolojik siyasi ve kültürel bakımdan etkilemiştir. Dipesh Chak, Batı medeniyetinin “bilgi üretimi sorgusunun” yanında eleştiriyi, tarihi bağlamda ve ekolojik etki anlamında açıklamaya çalışmıştır. Achile Mbembe, “Nekropolitika” kavramını ortaya atmıştır. Bugünü de yakından ilgilendiren bir kavramı mercek altına almıştır. Buna ilaveten ona göre postkolonyal gerçeklik ve ölüm politikalarının analizi jeopolitik açıdan onu araştıranlara, bölgenin tanınmasında çok değerli bir kavram haritası sunmaktadır. Ayrıca yaşadığımız tarihi kırılmaları doğru perspektiften açıklayabilmek için Afrika gibi küresel güneyi de iyi anlamak gerekmektedir. Zira sömürgeciliği bizzat yaşamış olan halkların büyük kısmı Afrika kıtasında bulunmaktadır.

Robert J. C. Yaung ise postkolonyaizmi kültürel direniş ve emperyalizm bağlamında tanımlamıştır. Neil Lazarus ise “kültürel sömürü” eleştirisini geliştirmiştir. Aynı zamanda Lisa Lowe, “trance nasyonel ticaret” ve “kültürel taşınma” üzerinden post kolonyal teoriyi kıtalararası bağlantı üzerinden okumaya çalışmıştır. Mahmood Mamdani, Edward Said’in Doğu -Batı ikiliğini özellikle Afrika kıtasında devletlerin oluşumuyla ilişkilendirmiştir. O, ayrıca vatandaşlık tanımına odaklanmıştır. Etnik çatışmaların çözülmesi için post kolonya çizgide birlik çağrısına yakın bir fikir üretmeye çabalamıştır. Derek Gregori; kolonyal teorinin şimdiki zamanını açıklamış, “kolonyal present general jeopolitik” eserinde eleştirilerini ortaya koymuştur. Bu araştırmalarda Oryantalizmin semptomları diyebileceğimiz olguların tartışıldığı ve çözüm yollarının arandığı görülmektedir. Özellikle yapay sınırlar, kimlik kaybı gibi konuların üzerinde yoğunlaşmıştır.

Postkolonyal teori, anlaşılacağı üzere günümüzde Orta Doğu’nun ve sınırları içerisinde gelişen hadiselerinin doğru bir şekilde çözümlenmesinde önemli bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Özellikle İsrail’in devam eden işgallerinin anlaşılmasında bizlere ışık tutacak bir bakış açısı sunmaktadır diyebiliriz. Şimdi biraz tarihi süreci özetleyelim.

İsrail hükümetinin dayandığı temel ideolojiler

İsrail’in devlet olarak temellerinin atıldığı 19. yüzyıl sonlarında, Theodor Herzl yazdığı “Yahudi Devleti” (1896) kitabında Yahudilerin bir ulus devlet kurma ihtiyacını ilk defa gündeme getirmiş ve devletin ideolojik temelini gösteren siyonizmin temellerini atmıştır. Filistin ve sonrasında “vaat edilmiş toprakların alınması fikri” Yahudi devletinin temel ideolojisini oluşturmuştur. 1917 Balfour Deklarasyonu sonrasında 1948’de İsrail devletinin kurulmasından sonra, Orta Doğu stratejisinin güvenlik odaklı evrime uğradığını görüyoruz.

Kurucu lider David Ben Gurion’un ortaya attığı “çevre doktrini” İsrail’in Arap olmayan bölge ülkeleri ile ittifaklar kurarak Arap dünyasını çevrelemeyi öngörmüştü. Daha sonraki dönemde Oded Yinon’un kaleme aldığı (1982) Dünya Siyonist Örgütü Dergisi’nde yayınlanmış olan “İsrail İçin Bir Strateji” adlıraporunda, İsrail’in güvenliğinin sağlanmasında Orta Doğu ülkelerinin etnik- mezhebi ve dini çizgilerle parçalanması gerektiği savunulmuştur. Söz edilen raporda İsrail’in milli davası olarak kabul edilmiş süregelen ideolojisinin temelinde “vaat edilmiş topraklara ulaşma” düşüncesi yani “Nil’den Fırat’a” kadar uzanan bir bölgeyi kapsamaktadır.

Yinon’un ortaya koyduğu güvenlik eksenli politikaları içeren fikirleri, ve bundan tezahür eden eylemleri, daha sonra Irak’ın işgali ve Suriye içsavaşında karşımıza çıkmıştır. İsrail’in kuruluşu ve arkasından gelişen hadiseler postkolonyal perspektiften eleştirildiğinde, Edvard Said ve onun izini takip eden düşünürler İsrail politikalarını oryantalizmin bir uzantısı olarak görmektedir, diyebiliriz. Yani bu perspektiften bakıldığında Batı’nın Doğu’yu ötekileştirerek, onun üzerinde hakimiyet kurma düşüncesinden beslenmiştir. İsrail’in Filistin’i işgalini neokolonyal bir proje olarak da nitelendirilen görüşler vardır.

Ancak öte taraftan tüm bu çıkarımların zıttına realistler arasında İsrail’in mevcut stratejisini “varoluşsal tehditlere bir yanıt”, olarak savunanlar olmuştur. İsrail hükümeti bölgede yürüttüğü politikalarında ideolojik yanı güçlü, bir o kadar kırılgan ve dışlayıcı özelliklerdeki kimlik ve güvenlik eksenli bir bakışla hareket etmektedir. Bu yüzden “bölgeyi bölme” stratejileri emperyalist olarak eleştirilse bile İsrail’in uyguladığı politikaları kendi güvenliği için meşrutiyet zeminde ele aldığı görülmektedir. Buna ilaveten kuruluş dönemini hatırlanacak olursa İsrail’in Orta Doğu teorisini Theodor Herz ve Ben  Gurion’a dayandırıldığı daha sonrasında ise Yinon raporuyla İsrail Hükümeti’nin politik eğilimlerini belirleyen teorilerinin güncellendiği görülmektedir.

İsrail’in konumunu yani kendini gördüğü yeri değerlendirmemizi sağlayıcı sorular yukarıda anlatmaya çalıştığımız ideolojik çerçeve ekseninde cevaplandığında ise halihazırda devam eden Gazze olaylarının perde arkasının okunması mümkün olabilir, görünmektedir.

Evet, İsrail ve benimsediği politik duruşun dayandığı ideolojik zemini iyi analiz edip Orta Doğu’nun bugününü ve geleceğini daha doğru tahmin edebiliriz. Batı medeniyetinin karşısında bir güç olarak tanımlanan Doğu`nun imal edilmiş, bir yönüyle kurgulanmış da diyebileceğimiz kimliği, hangi değerlerle kurulmuştur? Buradan hareketle şu kritik soruyu aklımıza getirebiliriz. Bize dikte edilen karşıt değerlerin hangileri Batı medeniyetinin sinir uçlarına dokunmaktadır? Tartışmaya açık bu sorunun net bir cevabını bulamayabiliriz ancak Orta Doğu’nun zihin haritasında jeopolitik stratejilerin nasıl cereyan ettiğini görmek için Arap milliyetçiliği ile İsrail Siyonizminin temel farklarına bakılmalı diyebiliriz.

Edward Said, Filistin konusunu anlatırken siyonizmin Avrupa milliyetçiliğinden tezahür etmiş olduğunu vurgulamıştır. Ancak İsrail’de etnik ve dini temellere dayanan bir Yahudi milliyetçiliğinden sözedilebilir olduğu anlaşılmaktadır. Buradaki değerler örgüsünde dışa kapalı, koruyucu ve saldırgan bir tutum öncelikle benimsenmiştir, diyebiliriz. Arap milliyetçiliğinin durumu ise başka bir yazının konusu olarak şimdilik kalsın.

İsrail’in ortaya attığı devlet modeli

Orta Doğu’nun politik kimliğinin değişimi ve gelişiminde aktör devletlerden biri kabul edilen İsrail’in mevcut dinamiklerini anlamamıza yardımcı bir husus daha var. Bu meselede aydınlatıcı örneklerden birisi de -George Bush ve Donald Trump’ın terörle mücadele kampanyalarının mimarlarından- Elliot Abraham’ın dikkat çekici konuşması olduğu görülmektedir. Eliot konuşmasında, “İsrail- Yahudi devletinin askeri-teknolojik üstünlüğüyle yenilikçi, toplumsal açıdan aile değerlerine sadık, çocuk doğurmaya özendiren, bu yönü ile öncü, örnek bir devlet olduğunu, bu nedenle teşvik edilmesi gerektiğini” söylemiştir. İsrail’in kendini tanımladığı alanda neden rol model olarak kabul edilmesi gerektiğini açıklayıcı bir konuşma bu.

Daha önceki ABD başkanlarından Barack Obama Filistin konusunda Netanyahu ile ayrılığa düşmüştü. Onun Gazze’nin “işgalinin savunulamaz olduğu” görüşüne Netanyahu, şiddetle karşı çıkmış, liberalizme, hoşgörü, eşit haklar ve hukukun üstünlüğü gibi Batı Avrupa değerlerine gelecekte yer olmadığını, otoriter kapitalizmin ekonomik ve teknolojik üstünlüğünün getireceği agresif ve ırkçı bir milliyetçiliğin değer göreceğini savunmuştur. Tania’ya göre ise gelecekte, Obama’ya değil kendisine benzeyen liderler ayakta kalabilirdi.

Ayrıca bu mesajda İsrail’in Batı Avrupa ve özellikle Batının diğer bölgelerinin “çok kültürlü varsayımlarını” reddeden, kendine dair ideal bir model savunusunda ulus devletin -katılaşmış bir versiyonu- radikal çizgiye örtük bir mesafede diyebiliriz. Bu durumu kanıtlar nitelikte basına yansıyan bir haberde, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti lideri ile konuşurken Netanyahu’nun mikrofonu açık unuttuğu, “Avrupa Birliği ile teknoloji alanında işbirliği yapmalarının koşulu olarak onların Filistinler ile barış görüşmelerinde ilerleme kaydedilmesi konusundaki ısrarlarını bırakmalarını” (Loewenstein, 2024) söylediği duyulmuştu. Yani “Avrupa gelişecek mi yoksa zayıflayıp yok mu olacak, önce buna karar vermeli” diyordu Netanyahu.

Buna ilavetenİsrail hükümeti olarak siyaseten doğruculuk yapmadığımız için hayrete düştüğünüzü görüyorum, biz Avrupa kültürünün bir parçasıyız. Avrupa İsrail’de son buluyor. İsrail’in doğusuna geçince Avrupa’dan eser kalmıyor” da demişti İsrailli gazeteci Gibon Levi de. O, çalıştığı Hareets gazetesi yayın kurulunda 2016’daki bir toplantıda aralıksız ve oldukça detaylı olarak Netanyahu’nun 4 saat konuştuğunu ve elindeki haritayı göstererek “dünyanın neredeyse tamamı bizim elimizde” mesajını verdiğini aktarıyordu.

Ayrıca “Batı Avrupa sorunu var, diğer herkes ya bizim sınıfımızda ya da buna çok yakın” dediğini yazacaktı Gidon Levi Netanyahu’nun. Ayrıca Avrupa’nın liberalizmi, kültürü, demokrasiyi temsil ettiğini, ancak İsrail hükümetinin ideolojik penceresinde onları “gürültücü bir grup” olarak gördüğünü de söylemiştir (Loewenstein, 2024). Bütün bunların yanı sıra bugün hala AB, İsrail’in en büyük ticaret ortağı ve bu dönemde Filistin işgalinin son alınan kararlarla daha da sertleşmesi söz konusu.

Bents’e göre, demokrasi için verilen küresel mücadelenin en ön safında yer almaktaydı İsrail hükümeti. Buna ek olarak küresel anlamda radikal akımların ve onlarla irtibatlı örgütlerin yaydığı güvenlik bozucu çatışmaları körükleyen terör faaliyetlerine karşı açılmış küresel savaşın ön cephesinde, özgür ve medeni dünyayı -radikal İslam saldırılarından- koruyordu onlar. Bu sebeple de İsrail hükümeti destek görmeyi her halükarda hak ediyor ve başlattığı çatışmalar ve sürdürdüğü işgaller meşruiyet kazanıyordu.

Yani bir anlamda İsrail, içerden bakıldığında onlara göre küresel anlamda bir Sparta durumundadır. Greg Grandin’in 2006 yılında yazdığı “İmparatorluk İmalathanesi Latin Amerika: Amerika Birleşik Devletleri ve Emperyalist Cumhuriyeti’nin Gelişimi” kitabında Washington’un Latin Amerika’yı ezelden beri ABD’nin ekonomik zorlukları yaşadığı dönemlerinde yeniden bütçeyi toparlamak ve bunun yeni yollarını denemek için kullanabileceği imalathane ve eğitim sahası gibi gördüğünü ileri sürmüştür. Filistin de İsrail’in laboratuvarı “hemen yanı başında işgal altında bir ulus, İsrail’i en isabetli ve başarılı hakimiyet yöntemlerinin geliştirmesi için milyonlarca zaptedilmiş insanlarla dolu bir laboratuvardır” (Loewenstein, 2024) ona göre.

Şimdi İsrail’in izlediği ideolojik düşünce örgütünün bağlantılarını netleştirebiliyoruz biraz da olsa. Tam bu noktada sadece agresif, dışlayıcı ve etnik milliyetçi bir devlet modeli olarak İsrail, bu mesajı “ticarileştirmekte”, diyebiliriz.

Konuyla ilgili hadiselerin gidişatını aydınlatan örneklerden biri de Eliot Abraham’ın konuşmasında karşımıza çıkmaktadır. Hatırlayacak olursak, daha evvelki Amerikan başkanlarından George Bush ve 47. dönem Amerikan başkanı Donald Trump‘ın terörle mücadele kampanyalarını yürüten Eliot Abraham Filistin için Gazze şeridinde üç yıldan fazladır devam eden olayların perde arkasını anlamamızı sağlayıcı bir cümle kurmuştur. İsrail’in bir model sunmaya ve onu kabul ettirmeye çalıştığını söylemeye çalışıyordu sözleriyle. Ona göre Yahudi devleti askeri- teknolojisi ve yenilikçi yönüyle, toplumsal açıdan aileye değer vermesi ve dini değerlerin korunması bakımından agresif koruyucu, milliyetçi bir devlet olarak kendisini bütün dünyada kabul ettirmeye çalışıyordu, sadece.

Buna ek olarak, “Batının değerleri liberalizm, eşitlikçilik ve hoşgörüye dayalı politik demokratik yaklaşımlar” geleceğin dünyasında ayakta kalamayacaklardır. Öyleyse otoriter bir kapitalizmin ardından tüm bu nedenler dolayısıyla teknolojik üstünlüğün vazgeçilmezliği ile beraber “agresif ırkçı bir milliyetçi” ideolojinin yükseleceğini kabul etmeliyiz, demekteydi.  Bütün bu şartlarda dünyanın bundan sonraki döneminde devletlere, onların  medeniyetlerine  en iyi rol model ülke İsrail olmaktadır. Konuşmasının özetinden anlaşılacağı üzere demokratik rejimler için yeni bir tarif ortaya atılmaktaydı.

Bu çıkış noktasından devam ettiğimizde, onların öngörülerini doğrular nitelikte gelişmeler karşımıza çıkıyor. İsrail hükümetinin üstünlük kurduğunu dile getirdiği teknoloji transferi politikası sonrasında ürettiği her türden silah teknolojisi ile siber savunmayı içine alan ekipmanları pek çok ülkeye ihraç ettiğini ve bu yolda çok önemli gelirler elde ettiğini biliyoruz.

Buna ilaveten onlara göre, ekonomik olarak bağlantı kurduğu devletler de dahil olmak üzere, teknolojisini ihraç ettiği ülkeler ve kurumlar vasıtasıyla dünya üzerindeki 144 ülke doğrudan ya da dolaylı İsrail politikalarının destekçisidir. Ancak İsrail hükümetinin alışılageldik resmi söylemine bakacak olursak, Batı Avrupa değerleri, yani hoşgörü, insan haklarının korunması, hukukun üstünlüğü ve liberalizm gibi düşünceler ve bunların eylemsel getirileri, İsrail modelinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Öyleyse yenilmesi gereken güç bellidir batının medeniyet parametreleri.

İsrail’de protestolar ne anlama geliyor?

Ancak bütün bu politikaların yürütülmesinde İsrail’in önünde engeller bulunmaktadır 11 milyonluk Yahudi nüfusu ile birkaç dilin kullanıldığı, Avrupalı, Arap, Etiyopya ve Rus asıllı 7 milyon Yahudinin yaşadığı bir ülke olarak, mevcut hükumete karşı özellikle de hükümetin yürüttüğü sert savaş politikalarına karşı muhalif kanadın sesinin yükseldiğini görüyoruz. İçinde bulunduğumuz zamanda hem içeride hem de farklı ülkelerdeki lobilerin de savaş karşıtlığı, protestolara yansımış ve muhalefet dili sertleşmiştir. Bu durumda bile mevcut hükümet, hala yönetimde kalmayı sürdürmektedir. Protestoların giderek yaygınlaşması muhalefetin sesini yükseltmesini yargı reformu tartışmaları, Haradilerin askere alınması, savaşın uzaması ve esirlerin tamamının geri getirilememiş olması gibi konulara bağlayabiliriz. Önümüzdeki süreçte hükümetin istifası sürpriz bir gelişme olarak karşımıza çıkabilir.

Sonuç yerine

Günümüze gelindiğinde büyük bir trajedi olarak karşımızda duran Gazze şeridinde aylardır yaşanan işgal ve katliamların temelindeki ideolojik eğilimi açığa çıkarmayı önemli görüyoruz. Zira bu yazıda anlatılmaya çalışılan İsrail’in yürüttüğü politikaların ideolojik temellerinin dayandığı ilkeleri öğrenme, onları açıklayarak doğru tanımlarını bulma, mevcut sorunların çözülmesi adına çok kıymetli bir entelektüel çabayı zorunlu kılıyor. Bu bağlamda küresel kapitalizm ve onunla ilintili sömürgecilik yani postkolonyalist teori bölgedeki işgalleri ve çatışmaların nedenlerini açıklamaktadır. Ayrıca oryantalizm onun nedenlerini sorgulayan postkolonyal teorinin eleştirileri farklı cenahlarda sürdürülmekte olduğu anlaşılmaktadır. Edvard Said’in Filistin incelemelerinin temelinde yer alan oryantalist bakış ve onun eleştirisinden doğup gelişen postkolonyal teori, bir takım eklemeler ve çıkarmalarla değişime uğrayarak günümüze gelmiştir.

Özetle söyleyecek olursak, Orta Doğu ve süregiden hadiselerini anlamlandırma çabası, kültürel ve siyasi bağlamıyla entelektüel çevrede tartışılmaya devam etmektedir.  Bölgenin aktörlerinden biri olan İsrail’in savunduğu modeldeki gelecek öngörüsünü dikkatle takip ettiğimizde ise yeni Orta Doğu’yu çeşitli yönleriyle doğru okumamız mümkün olacaktır.

Kaynaklar

Antony Loewenstein, Filistin: laboratuvarı, “İsrail işgal teknolojilerini dünyaya nasıl ihraç ediyor”, Çev.Özlem Özarpacı, Metis Yayınları, 2024, İstanbul

Robert J. C. Yaung &Bart Moore, oxforde.com

Zahid Chaudhary, english.princeton.edu

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Yazar Seval Tomak Bal

Diğer Yazımız

TRAVMADAN PRAGMATİZME: RUSYA’NIN TALİBAN’LA KURDUĞU YENİ İLİŞKİLER

Feyza Kübra AĞIRTMIŞ İletişim Çalışmaları Uzmanı Haber Rusya, Afganistan’daki Taliban hükümetini resmen tanıyan ilk ülke …