
Uluslararası Güvenlik ve Dış Politika Araştırmacısı
Öz
Teknolojideki hızlı gelişmeler, bir yandan mevcut sorunları azaltırken diğer yandan yeni güvenlik sorunlarını beraberinde getirmiştir. Dünya genelini, özellikle bölge ülkelerinden kaynaklı olarak Türkiye’yi susuzluk, kuraklık, su ve gıda alanlarında çok ciddi riskler beklemektedir. Son “12 Gün” İsrail-İran çatışması sonucu ortaya çıkan Nükleer Enerji ve Nükleer Silah Kullanma, bir yandan yeni güvenlik kavramı içerisinde bir ihtiyacı doğururken öte yandan riskli bir yatırım olmaya devam edecektir. Ham madde ihtiyacı giderek artış gösteren ülkeler ile kıt kaynakların fütursuzca tüketilmesi sonucunda, hammadde paylaşımı da yeni çatışmaları beraberinde getirecektir. Savaş kavramı yeni form ve şekil almıştır. Aralarındaki çatışmalar sonucu dünyanın sonunu getirecek kapasiteye sahip başat güçler, konvansiyonel savaş yerine asimetrik savaş yöntemi ve vekâlet savaşları ile çıkarlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Çıkar çatışmalarının maşası konumundaki terör örgütleri ile yeni vekil güç olarak öne çıkan ülkeler, silah yardımı yapılmadığı takdirde yeni çatışmalar kaçınılmaz olacaktır. Bununla beraber terör, asimetrik savaş yöntemi ile evrensel boyutta varlıklarını arttıracaklardır. Düşmanın sadece dışarıdan değil içeriden de saldırdığı bir dönemin içerisindeyiz. Bu bağlamda hem siber savaş alanında hem de ülke rejimlerinin değiştirileceği bir sürecin içerisindeyiz. Teknolojik gelişmeler ile ortaya çıkan yeni güvenlik tehditlerini de kapsayacak şekilde, hem uluslararası hukukun hem de uluslararası kuruluşların, mevcut sorunlara olası krizlere çözüm üretme noktasında yeniden revize edilmesi kaçınılmazdır. Bu çalışma, değişen güvenlik kavramını, dünyada ve bölgemizde artan susuzluk, açlık, kuraklık, göç vd., sorunların bölge ülkelerine ve ülkemize olan yansımalarını ele almayı amaçlamıştır.
Anahtar kelimeler: Değişen Güvenlik Kavramı, Küresel-Bölgesel Sorunlar, Susuzluk, Kuraklık, Göç, Artan-Yaşlanan Nüfus, Tarım-Gıda Sorunları, Terör-Terörizm.
Giriş
Güvenlik kavramı, sadece terör ve tedhiş olayları ile sınırlı olamayacağı gibi çözümü de sadece kolluk güçleri ile sınırlı değildir; değişen ve yeni güvenlik sorunlarına karşı sadece askeri tedbirler yetersiz kalmaktadır. Güvenlik denilince ilk akla gelen geleneksel anlayış koruma olacaktır. Ordular, emniyet teşkilatı ve diğer kolluk kuvvetleri bu bağlamda ilk akla gelen koruma unsurlarıdırlar. Bununla beraber teknolojideki hızlı gelişmeler, artan ve yaşlanan dünya nüfusu, yaşam ömrünün uzaması, susuzluk, kuraklık, ısınma, barınma, hastalıklar, iç çatışmalar, göç gibi temel nedenlerle birlikte güvenlik kavramı da çok kapsamlı bir boyut kazanmıştır.
Değişen Güvenlik Kavramı
Tarihsel olarak güvenlik kavramına baktığımızda üç ana kırılmanın yaşandığını görmekteyiz. İlk kırılmanın XIX yüzyılda, sömürgeciliğe paralel olarak, korunma ile beraber rekabet temelinde ittifak arayışlarının ön plana çıktığı görülmektedir. İkinci kırılma noktasını da bu ittifak arayışlarının doğurduğu Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan “soğuk savaş” dönemi, NATO ve Varşova Paktı örgütlenmesi ile yürütülmüştür. Üçüncü kırılma süreci ise, tehdit kavramının boyutunun çok genişleyerek güvenlik kavramının çok daha geniş ve bambaşka etapları ile ele alınması sonucu uluslararası güvenlik sorununa dönüşmüş olmasıdır.
Bu yeni dönemde tehdit unsurları birbirlerini etkileyerek çok yönlü bir nitelik kazanmıştır. Somut örnekler verecek olursam, yaşam ömrünün uzaması, artan ve yaşlanan nüfusa karşılık su kaynaklarının ve temiz içme sularının giderek azalması yeni tehditler doğurmuştur. Azalan ve kirlenen su kaynaklarına ek olarak sıcaklıkların artış göstermesi, kuraklık ve buna bağlı olarak tarım ve gıda başta olmak üzere suyun yaşamsal önemini bir kere daha ön plana çıkartmış; bu sorunların merkezinde yer alan muallak kavram Orta Doğu ülkelerinde yeni savaş sebeplerini teşkil edecektir. 2030 yılına kadar Orta Doğu ülkelerinin su kaynaklarının nüfusunun ancak üçte ikisine yetebileceği ileri sürülmektedir. Yanı sıra ülkemizi de yakından ilgilendiren en önemli iki su kaynağı Fırat ve Dicle nehirleri, geçmişte olduğu gibi önümüzdeki kısa dönem içerisinde de yeniden kullanılacağı açıktır.
Açlık, susuzluk ve bunlara bağlı hastalıklarla oluşacak yeni kargaşa ortamında güvenli yaşam oldukça zor hale gelecektir. İç savaş ortamından ülkemize göç eden Suriyeli ve diğer göçmenler karşısında Türkiye; başta ekonomik, demografik, güvenlik, yeni salgın ve hastalık türleri ile mücadelede oldukça başarısız bir tablo çizmiştir. Göçten pek çok ülke olumsuz etkilenmişken Türkiye’nin pek çok konuda etkilenmesinin yanı sıra ülke olarak da göçün bölgesel toplanma alanı konumuna getirilmiştir.
Yeni güvenlik kavramı mevcut haliyle şu unsurları bünyesinde barındırmaktadır. Birleşmiş Milletler’in (BM), küresel ısınma konusunda hazırladığı raporda, ısı artışının 1,8 derece olması halinde deniz seviyesinin 18 santim, 4 derece olması halinde 59 santim yükseleceği ileri sürülmektedir. Rapor, ısınmanın sonuçları arasında, buzulların erimesini, kar yağışının azalmasını, şiddetli yağış veya kuraklığın sıklaşmasına, aşırı sıcaklıkların artmasına sebep teşkil edeceğini ileri sürmektedir. Güney kesimlerde kuraklığın, kuzey kesimlerinde ise yağışların artacağı uyarısı yapmaktadır. Kuraklık, hava koşullarına bağlı olarak gelişen meteorolojik bir olay olup, dönemsel farklılıklar gösteren bir olgudur.
Bölgeler ve gelir dağılımı açısından dengesiz nüfus artışı ve buna bağlı sorunlar. Küresel anlamda gelişmişlik ve gelişmelerden pay kapma yarışındaki toplumsal çatışma risklerinin artış gösterecek olması. Bu bağlamda oluşacak toplumlarda ezilmişlik ve geri kalmışlığın verdiği duygunun çatışmalara dönüşme olasılığı. Sosyal sorunların, çevresel kirlenmenin, göç ile terörün artış gösterme riskinin artış gösterecek olması. Ekonomik krizlerin, başat güçler tarafından bir önlem alınmasından öte kendi çıkarlarına yönelik ekonomik savaşlara dönüşmesinin daha da artacak olması. Hızla gelişen iletişim araçlarının kontrol edilemezliği. Nükleer enerji ve nükleer silahların yayılması sonucu kontrol dışına çıkarak terör örgütlerinin eline geçme riskinin oluşması. Uluslararası hukuk ve uluslararası örgütlerin, mevcut ve doğabilecek yeni sorunlar karşısında yeterli ve çözüm esaslı olamaması. Etnik ve din faktörlü silahlı/silahsız yapıların artış göstermesi; bu örgütlerin kendi içlerinde ve dünya genelinde yeni çatışmaların aktörleri olacak olması. Etnik kimliklerin daha da kaşınarak emperyalistlerin de istediği ölçüde mikro-milliyetçiliğin teşvik edilmesi sonucu, ulus devletlerin bölünmesi sürecinin hızlandırılması ve sınır kavramlarının ortadan kaldırılması. Bireysel güvenlik ve özel yaşamın daraltılması sonucu bilgi, belge ve resmi/gayri resmi yollarla müdahalelerin artış göstermesi. Hızla gelişen teknoloji ve yapay zekâ kullanımının, insanlığın mevcut sorunlarının giderilmesinden öte insanlığı daha da karanlığa düşürecek olumsuz gelişmelere gebe bırakılması gibi sorun veya krizlerin kimi hali hazırda yaşanıyorken birçoğu da orta vadede kapımızda birikmiş olacaktır.
Tüm bu sorunların birikmesinde, güçlü ülkeler başta olmak üzere, küresel ve bölgesel lider ülke mücadelesinde benmerkezci yaklaşımlardan vazgeçilmediği görülmektedir. Bundan ötürü doğal yollar ile ilgili doğacak güvenlik sorunlarının üstesinden askeri yaklaşımlarla gelmek veya askeri yaklaşımların dışında tek bir ülke olarak başa çıkmak mümkün değildir. Çünkü yeni güvenlik kavramı içerisinde belirtilen tehditlerin neredeyse tamamı tüm dünyayı ve insanlığı ilgilendirmektedir. Dolayısıyla kıt kaynaklar, artan ve yaşlanan nüfus, dünyayı daha yaşanabilir olmaktan çıkaran kirlenmenin askeri önlemlerle ön alınması olası değildir. Hızlı, kapsamlı, yapay zekâ ile yeni bir döneme girildiği dünyada, tehditlerin boyut ve niteliği de değişim göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren savaşın rengi, formu ve anlamı da değişim göstermiştir.
Teknolojinin Yarattığı Riskler
Hızla değişen ve gelişen teknolojinin yarattığı riskler sadece bireysel anlamda insanların güvenliğini tehdit etmekle kalmıyor, ülkelerin de geleceğini tehdit eder nitelikte seyretmektedir. Gerek hızlı değişim gösteren ve takip etmekte zorlandığımız teknolojik gelişmeler, yapay zekâ çalışmalarının ülkeler arasında bir başka güç mücadelesine dönmüş olması sonucu günlük hayatımızı da oldukça tehdit eder niteliğe bürünmüştür.
Günlük hayatımızın ayrılmaz parçalarını teşkil eden teknolojik aletlerin son sürümlerinin çıktığı andan itibaren satın alınması, hem emperyalizm ile mücadelede yenik düşmemize hem de bireysel güvenliğimizi tehlike altına sokmamız anlamına gelmektedir. Akıllı diye tarif edilen son sürüm teknolojik aletleri, bireyleri dinlemek ve izlemenin ötesinde, bireysel mahremiyetimizin kayda alınarak art niyetli kullanımlar sonucu bireysel güvenliğimiz tehdit altına girmiştir.
Özellikle bir ulusun kimlik bilgilerinin, belirli bazı internet sitelerinde çok komik fiyatlarla satışa çıkmış olması, o ülkenin düşebileceği en kötü güvenlik açığıdır. Sadece internet ortamına düşmesi bir tehdit değil genel anlamda çipli kimlik ve kartların uzaydaki uydular aracılığı ile izlenebildiği bir teknolojik dönemde bireysel güvenlik ve ülke güvenliği birinci derecede tehdit altındadır.
Artık günümüzde kimin nerede ne yaptığı, ne kadar yürüdüğü, hangi gazeteyi veya günlük yazıları takip ettiği, neleri beğendiği, marka ve reklamların buna göre şekillendiği anında bilinmekte ve bilgiler depolanmaktadır. Uzaktan dinleme ve kayıt cihazları ile oluşturulan siyasi komplolara ülkemiz başta olmak üzere pek çok bölge ülkelerinde tanık olmaktayız.
Belirli ülkeler adına yapılmakta olan casusluk yöntemleri artık günümüzde inanılmayacak seviyelerde basitleşmiş ve ülkelerin geleceği ulusların kaderlerini birinci derecede tehdit eder boyut kazanmıştır. Tüm bu olan bitenlere karşı alınan önlemler yetersiz kalmaktadır. En çözülemez şifrelerin bile çözüldüğü günümüzde banka hesap kartlarımızın altı ayda bir şifrelerinin yenilenmesi bunun en somut örneklerindendir. Eskiden suya yakın, açık alanda, radyo veya su sesi gibi engelleyici unsurlarla yapılan telefon görüşmelerin güvenli olduğu söylenirdi ancak bu yöntemin de artık günümüzde pek işe yaramadığı ortaya çıkmıştır. Düşman artık akıllı cihaz veya çağrı cihazı ki modası ve işlevi birmiş olsa bile kullanılan teknolojik aletlerden iz sürüp hedefini yok edebilmektedir. Bunun en son örneğini İsrail’in HAMAS liderlerine ve İran Genel Kurmay başkanı ile üst düzey devlet yöneticilerine uygulamasıyla gördük.
Küresel Isınma ve Türkiye
İnsanlığı, özellikle bölge ülkelerini ve ülkemizi tehdit eden bir diğer konu küresel ısınma ve bunun yarattığı ciddi sıkıntılardır. BM kaynak ve raporlarına göre, dünya nüfusunun beşte biri veya en az 30 ülke susuzluk çekmektedir. Bu ülkelerin 2025 yılında 50’ye yükseleceği, 2050 yılında ise dünya nüfusunun dörtte birinin susuz kalacağı ilgili BM raporlarında belirtilmektedir. Aynı BM raporlarında, önümüzdeki 30 yılda en az 2,5 milyar insan susuz kalacaktır. 1950’den günümüze dünyada kullanılabilir su rezervlerinin, % 15-30 arasında azaldığı ifade edilmektedir. Diğer bir bilgi ise 2050 yılında rezervlerin % 25 daha da azalacağı su kullanım ihtiyacı ise % 50 artış gösterecektir.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin sanayi atıklarının % 75’nin suya karışacak olması ve mali nedenlerle önlem alınmayacak olması halinde, Asya’daki bütün akarsuların, Avrupa’da ise en az beş nehrin kullanılmayacak şekilde kirlendiği vurgulanmaktadır. 1995 yılından günümüze Güney Kutbu hızla erimektedir. 2005 yılında kopan devasa buz kütleleri 3,250 km kare iken on binlerce canlının öldüğü, buzul kütlelerinin 14.000 kilometrekare küçüldüğü ve günümüzde bu rakamların iki katına çıktığı ilgili pek çok kaynakta ileri sürülmektedir.
Benzer durum Kuzey kutbu için de geçerlidir. 4.000 yılda meydana gelen buzul oluşumları, son yirmi yıl içinde hızlı bir erime sürecine girmiştir. Grönland Adası bunlardan biridir. Son iki yılda Grönland Adası’nda yaşanan gelişmeler, burada gerçekleşen tehlikenin diğer alanlara sirayet etmesinin ön alınmasından öte tamamen siyasi bir güç mücadele alanına dönüşmüştür. Deniz suyu sıcaklığı 2 derece artmıştır. 2016 yılında NASA, burada yaşanan sıcaklıkların zaman zaman 20 dereceye vardığını açıklamıştır. Deniz her yıl ortalama 0,53 milimetre yükselmektedir. Bunun anlamı kıyı kentlerin ve deniz seviyesi altında kalan toprakların sular altında kalması anlamını taşımaktadır.
Ekonomik, teknolojik ve ağır sanayi gelişmeleri, ekolojinin yok olması pahasına ilerlemektedir. Bu gidişat, x bir deprem ülkesinde en şiddetli depremin olma olasılığının bilinmesine rağmen herhangi bir önlemin alınmayışına benzemektedir. Deyim yerindeyse, gidişat adeta bilinçli bir şekilde tercih edilmektedir. 2100 yılına kadar, küresel ısınmaya bağlı sıcaklık artışının, eğer ciddi ve rasyonel önlemler alınması halinde 1,4 ile 4 derece arasında olabileceği hesaplanmıştır. Bu veriler, dünyanın çölleşmesinin yayılacağı anlamını taşımaktadır.
Akdeniz bölgesinde oluşacak çöl ikliminin, ülkemizin Kahire iklim kuşağına 2025 yılı itibariyle giriş yapmasının, ülkemizin güneyini de içine alacak şekilde önce batıya sonrasında kuzeye doğru genişleyeceği bilim insanları tarafından hesaplanmakta ve yöneticiler uyarılmaktadır. Su tüketimi konusunda çok da zengin olmayan Türkiye, kişi başına düşen temiz içme suyu ve su kullanımı dünya ortalamasının altındadır. Türkiye’de kişi başına yıllık su kullanımı 1519 metreküp seviyesindedir. Kaynaklar, önümüzdeki yirmi yıl içinde yıllık su tüketiminin 1,120 metreküpe düşeceğini hesaplamaktadır. The Future of Water, Şubat 2025 Küresel Riskler raporunda dördüncü sırada doğal su kaynakları ve su krizi yer vermektedir. Yayımlanan raporda 2050 yılında su krizi ile karşılaşacak olası ülkeler haritasında Türkiye de yer almaktadır. Daha önce 2100 olarak ifade edilen ancak küresel ısınma ve buna bağlı gelişmelerle 2050’den sonra etkisini daha da hissedeceğimiz Kahire İklim Kuşağı’na giriş yapacak Türkiye, sıcaklıkların 1.-1,5 derece artış göstermesi (50 derece) halinde güney sahillerimiz kuraklık ve su krizine girecektir. Güney bölgelerimiz susuzluk ve kuraklığa giriş yapmış kuzey bölgelerimiz ise daha çok yağış ve hortumlara sahne olacaktır. Güneydeki kuraklık ve susuzluğun zaman içinde önce batıya sonrasında ise kuzey bölgesine yerleşme olasılığı ilgili raporda ifade edilmektedir.
Tarım ve Gıda Sorunu
Çölleşme riski sadece topraklar açısından değil tarım, gıda, hayvancılık, tekstilden başlayarak biyoyakıta bağlı olarak her alanda kısırlaşmaktadır. Dünyada halen 2,6 milyar insan geçimini tarımdan doğrudan topraktan sağlamaktadır. Buna karşılık toprak hem kayıp yoluyla hem verimin düşmesiyle her yıl yaklaşık 20 milyon ton tahıla eş değerde gerilemektedir. BM verilerine bakıldığında dünyada her yıl çölleşme sonucu Bulgaristan yüzölçümünde toprak kaybı yaşanmaktadır. BM raporlarına göre, çölleşme tehlikesi ile karşı karşıya olan ülkelerin sayısı 110’nu aşmıştır. Worldwatch Enstitüsü’nün raporuna göre, toprağın üst tabakasından her yıl ortalama 24 milyar ton kayıp verilmektedir. Ekilebilir alanların çoraklaşması sonucu 1,5 milyar insanın beslenmesi etkilenmektedir.
Türkiye’de yüzölçümün % 14’ünde hafif, % 80’inde orta, şiddetli ve çok şiddetli erozyon bulunmaktadır. Bilim insanların yaptığı hesaplamalara göre, dünyada kaybedilen toprak ABD’nin 7,Avrupa’nın 17, Afrika’nın 22 katına denk gelmektedir. Erozyonla yılda 90 milyon ton bitki ve besin maddesi toprak ile birlikte yitirilmektedir. Etkilenen endemik bitki örtüsünün cok daha fazla boyutlarda olduğu ileri sürülmektedir.
Türkiye açısından ele alındığında tarımdaki su kullanımı akıl dışı ve hoyratçadır. Çok fazla suya ihtiyaç olan meyve ağaçlarının kurak bölgelerde dikilmesi ve üretim beklenmesi akıl dışıdır. Yanı sıra Anadolu coğrafyası büyük baş hayvancılığa uygun olmayıp daha çok küçükbaş hayvancılığa uygun bir coğrafyası vardır. Bir zamanlar tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeten dünyanın yedi ülkesinden Türkiye, yanlış ve AB’ne girme adına verilen tavizlerle şimdilerde pek çok ziraat ve gıdayı ithal eder duruma gelmiştir.
Çöl ülkesi ve suya muhtaç olan İsrail ve onu takip eden çölleşme riskiyle karşı karşıya olan bazı Orta doğu ülkeleri, damlama sistemiyle hem su kullanımını en aza indirgemişler hem de su aktarma sistemlerinin modern tekniklerle inşasından sonra buharlaşma ve diğer faktörleri düşürmüşlerdir. Benzer yöntemle Çin Halk Cumhuriyeti, 2024 yılından itibaren “yeşil kuşak projesi” ile 46 yıllık çalışmanın ardından Taklamakan Çölündeki 3.000 kilometrelik alanı çimlendirmiştir. Ülkenin orman örtüsü, 1949’da toplam toprakların %10’undan 2024’te %25’e çıkmıştır.
Türkiye’de ise, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) bölgesinde, bollaşan suyu aşırı kullandığımızda, yıllarca kurak kalmış topraklarda biriken dip tuzları yukarı çıkmış verim doğal olarak düşüş göstermiştir. Üretimin artması adına bol gübre ve su kullanılan verimli Çukurova topraklarında ne yazık ki verim düşmüştür. Sutaşıma sistemlerinin modernleşmesiyle kaybımız azalmışsa da tüm yurda yayılması henüz sağlanamamıştır.
Gelişmişlik düzeyi her ne oranda olursa olsun, Türkiye gibi coğrafyası tarıma ve hayvancılığa uygun olan her bağımsız ulus devlet için tarım ve hayvancılık bir var olma ve yaşam biçimidir. İnsanımızın adil ve sağlıklı beslenmesi için gerekli gıda maddelerinin ve hammadde üretiminde ikame edici kaynak yoktur. Her iki sektörün, istihdam açısından da ekonomiye katkısı büyüktür. Başta tarım üretimi neredeyse tüm dünyada artış gösterirken ülkemizde düşüş göstermesi ve dışa bağımlı olması düşündürücüdür.
Türkiye, 2024 itibariyle 1,32 trilyon dolarlık GSYH’si ve dünya ekonomisinde 1,1’lik pay ile 17’nci sıradadır. Tarımsal üretimde ise % 2,1’lik pay ile 9’uncu sırada yer almaktadır. Dünya genelinde tarımda aktif insan nüfus sayısı 1,3 milyardır. Türkiye’nin payı binde altıdır ve 21’nci sırada yer almaktadır. Dünyada toplam tarım alanları (tarla, bağ, bahçe, çayır, mera) 5 milyar hektara yakındır. Türkiye, binde sekiz ile 30’ncu sıradadır. Dünyada tarım ve gıda ürünleri ihracatı 1,6 milyar trilyon dolarla toplam mal ihracatının % 9’u iken, Türkiye binde dokuz ile 27’nci sırada yer almaktadır. İthalat bakımından dünya sıralamasıyla 1,7 trilyon dolar, % 9 ve yine binde dokuzdur. Bu rakamlar, tarım ve gıda ürünleri ihtiyacının son derece kritik bir faktör olarak ortaya çıktığına işaret etmektedir.
Türkiye, son 22 yıllık süreç içerisinde, yanlış ve eksik tarım politikaları izlemiştir. Türkiye’de tarım ve toprak reformları maalesef yapılamamıştır. Üzülerek belirtmek gerekir ki Türkiye’nin, XXI yüzyılın gidişatını karşılayacak önlemleri ve çözümleri içeren bir ulusal tarım politikası yoktur. Özetlersek, tarım ve gıda ürünleri üretiminde, gelişen teknolojiye de bağlı kalarak, önemli gelişmeler kaydedilmekle birlikte, dünyada var olan imkân ve kabiliyetin gelişen koşullara cevap veremeyecek seviyede olması, bu alanda da sorunlarla karşılaşılması kaçınılmazdır.
Küresel Açlık ve Türkiye
Küresel açlığa sebep olan pek çok etken, giriş bölümünden itibaren sıralamaya çalıştığım pek çok konu başlığının çözüm üretilememesin sonucudur. Küresel açlık başlı başına bir sorun olmakla beraber, çözüm üretilmemesinin sebeplerinin başını küresel siyaset çekmektedir. 2015 yılında gerçekleşen Küresel Açlık Endeksi adında bir araştırma dört temel başlıkta ele alınmıştır. Dünyada yetersiz beslenen nüfus, beslenme yönünden çocukların kiloları, yaşa göre gelişmişlik düzeyi ve çocuk ölüm oranları. Yapılan araştırma endeksine göre rakamlar şu şekilde ifade edilmiştir. % 10,9’a kadar açlık, % 19,9’a kadar orta açlık, % 34,9’a kadar ciddi açlık, % 49,9’a kadar alarm veren açlık ve % 50’nin üzerinde tanımlanan felaket açlık olarak tanımlanmıştır.
2015 yılı araştırmasında dünya ortalaması % 21,7 olarak saptanmıştır. Türkiye ortalaması % 5,1’dir. Dünya genelinde ortalama değerlerle dahi ciddi bir açlık hüküm sürmektedir. Bununla birlikte, olumlu gelişme, 2000-2015 arası yıllarda % 27 oranında bir iyileşmenin kayda değer gelişmesidir. Fakat ülke bazına indirgendiğinde, durum içler acısıdır. Dünyada açlık çeken ülke sayısı halen 52’dir. Bu ülkelerde yaşayan insan sayısı 840 milyon civarındadır. Bu sayının % 80’i gelişmekte olan ülkelerin kırsal kesimlerinde yaşamaktadırlar. Afrika’da 200 milyon, Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da 33 milyon, Hindistan’da 221 milyon, Çin Halk Cumhuriyeti’nde ise 142 milyon olmak üzere Asya ve Pasifik’te 570 milyon, Latin Amerika ve Karayipler’ de 53 milyon insan bu kapsamda değerlendirilmektedir.
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfus % 17,8 olarak belirtilmiştir. Yine TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2023 itibarıyla 7,6 milyon çocuk yoksulluk sınırının altında, 2 milyona yakın çocuk derin yoksulluk içindedir denilmektedir. Aile Bakanlığı verilerine göre 2024’te aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan hane sayısı 3,6 milyona ulaştığı ifade edilmektedir. Sosyal yardım harcamalarıysa bir önceki yıla kıyasla yüzde 61 artarak 491,7 milyar lira oldu. 100 kişinin 14’ü ise mutlu azınlık sınıfında yer aldığı kaydedilmektedir.
Dünyada 795 milyon insan yetersiz beslenmektedir. Her yıl 3 milyonun üzerinde çocuk yetersiz beslenmeden ölmektedir. Çocuk ölüm oranlarının artışına yetersiz beslenmenin ötesinde terör ve çatışmaları da eklediğimizde bu sayı ikiye katlanmaktadır. Her yıl beslenme bozukluğundan dolayı 161 milyon çocuk gelişim sorunu yaşadığı ileri sürülmektedir. Dünya genelinde yoksulluk sınırının altındaki insan sayısı 2 milyar civarındadır. Güvenli su tüketimine sahip olamayan insan sayısı 1,5 milyardır. Sağlık hizmetlerine ulaşamayan insan sayısı 800 milyondur. Dünya nüfusunun neredeyse yarısı hala günlük 2 dolar gelirle hayatını idame ettirmektedir.
Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünya genelinde açlık çeken insan sayısının en az yarıya düşürülmesi için 24 milyar dolarlık yatırım projesine ihtiyaç duyulduğunu ifade etmektedir. Dünya silahlanma yarışında harcanan miktar ile kıyaslandığında bahsi geçen 24 milyar dolar yatırım devede kulaktır. BM’nin, gelişmiş ülkelerin GSYİH’nın binde yedisini geri ve yukarıda verilen rakamlarla bahsi geçen ülkelere yardım olarak ayırmaları kararı ne yazık ki işletilememiştir.
Açlık ve sefalet, siyasal krizlere de yol açmıştır. Deyim yerindeyse kaybedecek bir şeyi kalmayan insanlar, hayatta kalmak için her yolu deneyebilmekte, her türlü riski göze almaktadırlar. Yüzyılın sorunlarından Göç olgusu da bunun bir sonucudur. Daha iyi bir yaşam ve gelecek için kendini korumasız şekilde Akdeniz soğuk ve derin sularına bırakan veya ülkesindeki çatışmadan dolayı yaşam mücadelesini gelişmiş bir ülkede sürdürmek isteyen insanların uçakların kanat ve motor kısımlarına sarıldıklarına şahit olduk.
Başta Suriye olmak üzere diğer ülkelerden Türkiye’ye gelerek veya yönlendirilerek, Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine gitmek isteyen her kökenden göçmenlere karşı Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin tutumları insanlık dışıdır. Yanı sıra Libya üzerinden de AB ülkelerine en ilkel şartlarda gitmeye çalışan insanların içler acısı görüntüleri hala hafızalarımızda canlıdır. Maddi anlamda imkânı olan göçmenlerin refahı daha ileri seviyede olan özellikle Batı Avrupa ülkelerine ulaşma çabası düşündürücüdür. Özellikle bu konu sosyal bilimlerin ve siyaset bilimcilerin ciddi anlamda irdelemesi gereken bir konudur. Yanı sıra ülkemizde göç konusuna duygusal yaklaşılmaktadır. Açık kapı göç politikasında da bu duygusallığın etkisi yadırganamaz. Ayrıca alınan kararlar sadece duygusal bir zorunluluktan kaynaklanmamakta ülkeyi yöneten siyasal karar alıcıların, özellikle AB ülkeleri ile olan anlaşmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Hiçbir bağımsız ve egemen ulus devlet, demografisinin, ekonomisinin, güvenliğinin alt üst olmasına sebep teşkil edecek oranda nüfusunun neredeyse % 10 kadar göçmeni ülkesine almaz. Keza hiçbir bağımsız ve egemen ulus devlet, ülkesine aldığı göçmenlerin, etnik, dini yapılarından ötürü ileride bağımsızlık ve egemenliğini tehdit altına sıkacak bir serbestliği sağlayamaz.
Tatlı Su Kaynakları ve Türkiye Açısından Önemi
Dünyada ve insanlığın geleceği açısından en önemli güvenlik tehditlerinden biri de kullanılabilir tatlı su kaynaklarıdır. Dünyada insanlığın kullanabileceği tatlı su kaynakları sadece % 3 civarındadır. Bu oranın da sadece % 1’i içilebilir kıvamdadır. Son yüzyılda dünyada su tüketimi on kat artmışken, kişi başına düşen yıllık su miktarı yarıya inmiştir. Bunun başlıca sebepleri arasında sanayileşme, çarpık kentleşme, nüfus artışı, atık su sorunu ve ısınmadan kaynaklı yeterli temiz suya ulaşımın zorlaşmasıdır.
Dünyanın halen % 20’si içilebilir temiz sudan mahrumdur. Dünyada 1,5 milyar insan veya her beş kişiden biri güvenilir temiz sudan yoksundur. 500 milyon insan su kıtlığı içindeki bölgelerde yaşam savaşı vermektedirler. Her yıl yaklaşık 2 milyon çocuk suya dayalı salgın hastalıklardan dolayı yaşamlarını kaybetmektedirler.
Türkiye’de ne yazık ki, su zengini bir ülke değildir. Devlet Su İşleri’nin verilerine göre Türkiye, 98 milyar metreküp yerüstü ve 14 milyar metreküp yeraltı suyu olmak üzere, yıllık toplam 112 milyar metreküplük bir potansiyele sahiptir. 2030 yılına kadar tarım alanlarında % 75, evsel kullanımda % 260 artış olması hesaplanmaktadır. 2003 yılında sanayide kullanılan su miktarı 4,3 milyar metreküp iken, bu oranın 2030 yılında 22 milyar metreküpe çıkması beklenmektedir.
Türkiye’de su kıtlığının en fazla hissedildiği ve artış gösterdiği belirtilmektedir. Ortadoğu bölge ülkelerinde ortalama yıllık su tüketimi 1,2 milyar metreküpten ibarettir. Bu ortalamaya giren su kıtlığı içindeki Ortadoğu bölge ülkeleri Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Libya, Suudi Arabistan, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Bahreyn, İsrail, Filistin ve Sudan’dır. Bu ülkelerin Türkiye ile yakınlığı dikkat çekici ve düşündürücüdür.
Türkiye, Ortadoğu ülkeleri itibariyle bakıldığında, kıt olsa da, kullanılabilir su kaynakları açısından diğerlerine göre şanslı bir konumdadır. Ne var ki bu durum, Türkiye’den su konusunda beslenen ülkeler açısından “sınır aşan sular” sorununu da beraberinde getirmektedir. Sınır aşan sular konusu esas itibariyle Fırat, Dicle ve Asi Nehirlerini kapsamaktadır. Fırat ve Dicle nehirleri, Türkiye’den çıkmakta, Suriye’yi kat ettikten sonra Irak’ta birleşerek Basra Körfezi’ne dökülmektedir. Türkiye’nin Fırat Nehri’ne katkısı % 89, Suriye’nin % 11’dir. Irak’ın katkısı yoktur ancak Fırat sularının % 40’ından fazlasını kullanmaktadır. Suriye’nin kullanımı da % 22’dir. Yani genel anlamda memba ülkesi Türkiye’nin suyuna muhtaçtırlar ve Türkiye’nin suyunu kullanmaktadırlar.
Fırat Nehrinin yıllık kapasitesi ortalama 35 milyar metreküptür. Türkiye’nin Dicle’ye katkısı ise % 40’tan ibarettir. Geri kalanı ise İran ve Irak’ın katkılarıdır. Dicle nehri Türkiye’den çıkmadan 40 km kadar Suriye ile sınırımızı oluşturmaktadır. Bu bağlamda Suriye, katkısı olmadığı halde Dicle nehrinden yararlanmaktadır. Su potansiyeli 53 milyar metreküptür. Toplam akarsu potansiyelimizin % 30’na yakınını karşılayan bu nehirler, ülkemizin doğu ve güneydoğusuna can suyu vermektedirler. GAP ile tarımsal alanda atılım yapan bu bölge, projenin tamamlanması halinde bir tarım ambarına dönüşecektir. Bunu sağlayacak olan da kuşkusuz bu proje kapsamındaki barajlar bütünüdür. Zaten gerek Suriye’nin gerek ise diğer komşu ülkelerin yarattığı haksız sorun da buradan başlamaktadır.
Asi Nehri, Hatay’ın can damarıdır. Asi Nehri Lübnan’da doğmakta, Suriye’yi kat etmekte ve Türkiye’ye gitmektedir. Suriye’nin haksız durumu burada da öne çıkmaktadır. Şam yönetimi yıllarca bir yandan Fırat ve Dicle Nehirleri için BAAS ortaklığı olarak Irak ile birlikte Türkiye’ye karşı haksız mücadeleye girmiş; söz Asi nehrine gelince tam tersi bir politika izlemiştir. Türkiye, Asi Nehri’nden 165 Bin hektar araziyi sulayabileceğini hesaplarken, böyle bir garantiyi hiçbir zaman elde edememiştir.
Fırat ve Dicle nehirlerinin GAP kapsamında barajlarla donatılması sonrasında, özellikle su tutma dönemlerinde yaşanan bazı sıkıntılardan dolayı, Suriye-Irak BAAS ortaklığı, Türkiye’nin, dünya ortalamasına göre kıt ve kullanımı düşük olan suyu siyasi amaçlı kullanabileceği iddiası ile karşı çıkmışlardır. Türkiye’nin baraj sistemleri ile suyun akışına hâkim olduğunu ve dilediği zaman suyu keserek, her iki ülkeyi açmaza sokabileceği ileri sürülmüştür. Türkiye, ulusal çıkarları ve Türk milletinin geleceği adına aşağıdaki komşu ülkelerin iddiaları doğrultusunda GAP projesinden vazgeçmeyecektir.
Türkiye, komşu ülkeler için saniyede ortalama 500 metreküp suyu kesintisiz bırakmaktadır. Suriye-Irak ise bunun 700 metreküp olması gerektiği konusunda ısrarcı olmaktadırlar. Bu istek zaten mümkün değildir. Çünkü her iki nehrin de debileri mevsimsel şartlara bağlı olarak farklı değişimler göstermektedir. Dolayısıyla 500 metreküp suyun akış devamlılığı oldukça adil ve bonkör bir yaklaşımdır. Ne var ki, sorun temelinde siyasidir. Özellikle BAAS ortaklığında Suriye ve Irak, yıllarca bölücü terör örgütünü Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutumla desteklemişlerdir. Örgüt lideri Öcalan’ı Türkiye’ye karşı kullanan Şam yönetimi, ileri sürdüğü iddialarının arkasında Ankara’nın buna misilleme yaptığı savını yıllarca işlemiştir.
Özetleyecek olursam, önümüzdeki beş yıl içerisinde su sorunu Ortadoğu’da yeni çatışmaların adını alacaktır. Bu kaçınılmazdır. Coğrafya, çoğu zaman ilerisi için haberler verir. Önlem almak ise siyasal karar alıcıların sorumluluğundadır. Su sorunundan dolayı olası çatışmalar Fırat ve Dicle’de olacağı üzere Nil Havzası’nda da yaşanacaktır. Türkiye’ye yakınlıklarıyla belli olan su konusunda sorunlu ülkelerde her üç kişiden biri, nüfus artışı ile ısınma ve kuraklık ile ters orantıyla da bağlantılı susuz kalacaklardır. Susuz ve aç kalan insanın ise yapamayacağı hiçbir şey yoktur.
Enerji Kaynakları ve Enerji Bağımlılığı
Yukarıda verilerle analizi yapmaya çalıştığım konular kadar olmasa da, dünya ve insanlığın geleceği açısından XXI yüzyılın ilk çeyreğini bitirdiğimiz bu zaman diliminde enerji kaynakları ve bağımlılığı da ayrı bir sorun olarak kapımızdadır. Enerji kaynaklarının dünya genelinde aynı su gibi yeterli dağılımı eşit düzeyde değildir. Dolayısıyla siyasi amaçlı kullanıma her zaman açıktır. Teknolojideki gelişmeler, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını ekonomik açıdan mümkün kıldığından, fosil yakıtların yerini alma noktasına doğru ilerlemektedir.
Diğer bir konu ise nükleer enerjidir. Bu alan da diğer alanlar gibi siyasi kullanımına açık olduğun tüm insanlığın kaderini değiştirecek riskler barındırmaktadır. Güçlü aktörler, nükleer santrallerden vazgeçebileceklerini dile getirirlerken tam aksine tutum göstermektedirler. Nükleer enerjinin askeri anlamda kullanılabilme riski endişe vericidir. Nükleer silah sahibi ülkelerin ellerindeki nükleer silahları terör örgütlerine kaptırma riski sorunun boyutu açısından düşündürücüdür.
Bilinen petrol rezervlerinin dünyadaki dağılımı şu şekildedir. Kuzey Amerika 10,3 milyar ton, Orta ve Güney Amerika 34,3 milyar ton, Rusya Federasyonu 14 milyar ton, Avrupa ve Avrasya 19 milyar ton, Ortadoğu 101,8 milyar ton, Afrika 17,4 milyar ton, Asya ve Pasifik ise 6 milyar ton düzeyindedir. Zenginliklerini bu yakıta bağlı olan başta Rusya Federasyonu ve bazı Ortadoğu ülkelerinin, 2050 yılından sonra bu önemli yakıt ve gelirden mahrum kalacakları ileri sürülmektedir.
Bilinen doğalgaz rezervlerinin dağılımı ise şu şekildedir: Kuzey Amerika 9,9 trilyon metreküp, Orta ve Güney Amerika 7,4 trilyon metreküp, Rusya Federasyonu 45 trilyon metreküp ile dünyadaki en büyük rezerv sahibi ülke, Avrupa ve Avrasya 63,1 trilyon metreküp, Ortadoğu 75,8 trilyon metreküp, Afrika 14,7 trilyon metreküp, Asya ve Pasifik ise 16,2 trilyon metreküp seviyesindedir. Doğalgazda ekonomik bulunabilirlik ömrü 150 yıl olarak öngörülmektedir.
Nükleer enerji ise, 2015 yılı itibariyle 31 ülkede 444 nükleer reaktör işletilmektedir. Türkiye dâhil, 16 ülkede daha 64 santralin yapımı devam etmektedir. 2025 sonunda toplamda 164 ülkede yeni nükleer reaktörün devreye sokulması planlanmıştır. Bununla beraber AB lokomotif ülkelerinden Almanya, Japonya’da yaşanan Fukuşima nükleer santralde yaşanan felaketten sonra sahip olduğu 17 nükleer santralden 9’unu kapatmıştır. Bu karar, Yeşiller Partisi’nin siyasi dayatması sonucu alınmış bir karardır ve şimdilerde Alman halkı, Parlamentonun aldığı bu karardan dolayı Fransa ve Çekya’dan elektrik ithal etmekte ve AB ülkeleri içerisinde en pahalı elektriği kullanmaktadır. Japonya ise Fukuşima santralinde yaşanan felaketten sonra kapatmak zorunda kaldığı santralların elektrik açığını gidermek için 50 milyar dolay civarında enerji kaynağı ithal etmek zorunda kalmıştır.
ABD, AB, Rusya Federasyonu, Japonya, ÇHC ve Güney Kore nükleer teknolojinin daha güvenli ve ekonomik hale getirilebilmesi için ITER projesi olarak adlandırılan ortak bir çalışma yürütmektedirler. Projenin maliyetinin yarısı AB tarafından karşılanmaktadır. Projenin asıl amacı, manyetik füzyon elde edilerek dördüncü nesil nükleer teknolojiyi üretmektir. Fransa’nın Saint Paul Durance bölgesinde bu bağlamda bir ilk örnek santral kurulmuştur. ITER projesi 2015 yılında tamamlanmıştır. Diğer yandan Toryum madeninin giderek yaygınlaştırılması ve plütonyumun da uranyum ile ikame edilmesiyle, risk unsurlarının aşağı çekilmesi hususunda araştırmalar sürdürüldüğü açık kaynaklarda belirtilmektedir. Bu bağlamda ABD’de “z-pinc” ve Fransa’da ise “megajul” isimleriyle araştırma faaliyetleri yürütülmektedir. Japonya ise kendi açısından 1996’dan günümüze ayrı bir araştırma içindedir.
BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK), beş daimi ve veto hakkına sahip üye ülkesi ve Almanya’dan oluşan 5+1 formülüyle İran’ın nükleer silah yapımının önüne geçen bir uzlaşı sağlandıktan sonra, ilk dönem Başkanlığında Trump tarafından vazgeçilmiştir. Trump’ın ileri sürdüğü gerekçe ise İran’ın güvenilir bir ülke olmadığı yönündedir. Buna karşılık Fransa İsrail’in nükleer silah yapabilmesine imkân sağlayan teknolojiyi 1974 yılında vermiştir. Üstelik İsrail, 189 ülkenin imzaladığı Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na taraf olmamış imzalamamıştır. Böyle tolerans geçilen İsrail’in, geçtiğimiz haftalarda “12 gün” adı ile İran’a yönelik sözde aynı gerekçe ile saldırması da başat güçlerin uyguladığı politikaların ne denli ikiyüzlü olduğunu kanıtlayan somut örneklerdendir.
Türkiye’nin tükettiği birincil enerji kaynakları büyüklük sırasına göre: doğalgaz, kömür, petrol ve yenilenebilir olarak hidrolik enerjiden oluşmaktadır. Enerjinin halen % 87’si fosil yakıtlardan, % 13’ü yenilenebilir kaynaklardan sağlanmaktadır. Yıllık talep artışı ortalama olarak % 7’dir. Enerjide dışa bağımlılık oranımız ise % 72’dir. Öngörülen yatırımların vaktinde hayata geçirilememesi halinde bu oran % 80’lere çıkacağı hesaplanmıştır. Elektrik üretiminde ise doğalgazın payı % 40’dır. Hidrolik enerji potansiyelinin halen üçte biri kullanılmaktadır. Kömür kaynaklarımız yeterli olmakla beraber kalitesi düşük seviyede değerlendirilmektedir.
Özetleyecek olursak, birincil enerji kaynakları tükense de, yerine konulabilecek imkân bulunabilecektir. Bu bağlamda enerji açısından geleceğin çok sorunlu olduğunu söylemek doğruyu yansıtmayacaktır. Ne var ki, fosil yakıta dünya genelinde daha fazla ihtiyaç duyulacağı göz önüne alındığında, küresel ısınmadan çevresel kirlenmeye kadar tüm alanlarda dünyanın ve insanlığın geleceğinde olumsuz katkı yapmaya devam edeceğe benzemektedir.
Küresel Göç ve Türkiye
Göç, XXI yüzyılın akıbetini belirleyecek bir olgu ve risk olarak teşkil etmektedir. Artan ve yaşlanan nüfus, iklim değişiklikleri, beslenme ve açlık sorunları, iç çatışmalar, refah farklarının değişim göstermesi, adaletsiz dağıtım, ikinci sınıf vatandaş muamelesi, insan hakları ihlalleri, terör gibi konu başlıkları göçü tetikleyen an unsurlar olarak sıralamak mümkündür. İklim değişikliği bir göç nedenidir. Yağışların azalması, kuraklığın baş göstermesi ve temiz içme suyu ile yeterli besin elde edememe gibi sorunlar göçü tetikler. Orta Asya Türk boylarının çölleşme sonucu göç ederek üç kıtaya yayılmaları en somut örneklerdendir.
XVI ve XVII yüzyıllardan başlayarak, köleliğin XIX yüzyılda yasaklanmasına kadar geçen dönemde, başta Amerika kıtası olmak üzere başat sömürgeci güçlerin özellikle Afrika’dan ve Uzakdoğu ve Karayiplerden her türlü insanlık dışı muameleye tabi tutarak getirttikleri ve zulmettikleri köleler de gönülsüz bir göç olayına tabi olmuşlardır. ABD’nin siyahi vatandaşlarına ikinci sınıf muamele yapması günümüze kadar taşmış ciddi bir sorun olma özelliğini korumaktadır. Bugün pek çok Batı ülkesi göçmen ülkesi konumundadır. Somut örnek olarak başta ABD, AB ülkelerinin içinde başat güçlerden Almanya, geçmişin sömürgeci güçlerinin de göçmen ülkeler olduğu bilinmektedir.
Yanı sıra 1930-1970 yılları arasında İngiltere’nin Avusturalya ile yürüttükleri “çocuk göçü programı” kapsamında 500 bini aşkın kimsesiz fakir çocuk zorla göçe tabi tutulmuşlardır. Bu göçler sonucunda kıtanın yerli halkı olan Aborjinler de tıpkı Kızılderililer gibi yok edilmişlerdir. Fransa’dan XIX yüzyılda Mağrip ülkelerine giden vatandaşlar süreklilik kazanmışlardır. Bunlara “pied noir” (siyah ayak) adı verilmiştir. Bu göçlere, 55 milyon civarında insanın katıldığı tahmin edilmektedir.
Ekonomik amaçlı kalıcı olmayan göçler de vardır. Zengin ülkeler işgücü açığını daha ucuza indirebilmek açısından ve ülke insanının rağbet etmediği işlerde çalıştırabilmek için dışarıdan el emeği ithal etmektedirler. Günümüzde pek çok AB ülkesi, özellikle Covid-19 süreci kapsamında ortaya çıkan sağlık sektöründeki açığı kapatmak, yazılım programcısı açığını kapatmak ve diğer vasıflı mesleki alanlardaki açığını kapatmak üzere beyin göçü programlarını serbest bırakmışlardır. Ülkemize 2011 Suriye iç savaşı ile gelmeye başlayan milyonlarca Suriyelinin yanı sıra yurtdışı ülkelere de göç vermekteyiz.
Bütün önlem ve çabalara karşın, göç olgusunun önünü kesmek mümkün olamamaktadır. AB, eski sömürgelerden gelen göçle başa çıkamayınca, yerinde yatırım ve istihdam politikasını yürürlüğe koymuştur. Ancak bu program kısmen yürütülmüş olsa da genel anlamda başarılı olamamıştır. Çünkü yerinde yatırım ne karşılaştırmalı refah ne de altyapı yönünden cazip gelmemektedir. Örneğin, yıllar boyunca bu sorun Türkiye içinde geçerlidir. Özel sektör, ne ulaşım koşulları ne iklim ne altyapı, ne vasıflı işgücü temini itibariyle yeterli görülen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun belirli yörelerine yatırım yapmayı teşviklere rağmen tercih etmemiştir. Terör belası da istikrarı etkileyince, esas itibariyle devletin yüklendiği yatırımlar durma noktasına gelmiştir.
Gelişmiş ülkelerin ve küresel sermayenin varlıklarını ve iktidarlarını sürdürebilmek için başvurduğu yöntemlerden biri de, haksızlığa başkaldıran ülkelere müdahale etmek veya savaşı dahi bir saptırma aracı olarak kullanmaktır. İngiltere’nin, Fransa’nın, ABD’nin, Rusya Federasyonu’nun askeri müdahaleleri ve taktik manevraları bu kapsamda değerlendirilebilir. Ülke nüfusunun % 10’nun üzerinde göç alan ülkeler, ekonomik, güvenlik, demografik ve ileride vuku bulabilecek diaspora ve siyasi faaliyetleri sonucu bir ülkenin geleceğini değiştiren riskli bir olgudur.
Türkiye’deki siyasal karar alıcılar ve onlara danışmanlık yapan güvenlik politikalarındaki danışmanları yanlış ve akıldışı bir göç politikasını uygulamışlardır. Zaten kırılgan bir ekonomisi olan Türkiye’ye göç faturası günümüz itibariyle çok ağırdır. Bunun bir on veya yirmi yıl sonra, yukarıda belirtilen sorunlardan ötürü kapımıza dayanacak olması da son derece tehdit kapsamında ele alınmalıdır. İç cephesini sağlam tutamayan ve demografik kırılmalara yön verecek derecede göçmen kabul eden ülkelerin sonunu tarih kitapları yazmıştır. Göç, aynı zamanda iç çatışmayı tetikleyecek ana unsurlardan da biridir. Çünkü göç eden ile göçü kabul edenin uyum süreci pek çok AB ülkesinde bile 1960’lardan itibaren henüz daha oturmamıştır. Göçe maruz kalan ile göçü yaşayan göçmenin uyum süreci oldukça zordur. Farklı ve baskın kültürün yaşanması sonucu ülke kargaşaya dönüşecektir. Suç oranlarının yükselmesi, organize suç örgütlerinin çok daha serbest faaliyet göstermesi, yabancı ülke istihbarat servislerine para karşılığı bilgi sızdırması, terör örgütleri ile olan işbirlikleri olası tehditlerin başında gelmektedir.
Sonuç Yerine
İkinci Dünya Savaşı ve ardından soğuk savaş döneminden sonra başta konvansiyonel savaş ve güvenlik kavramı değişmiştir. Güvenlik kavramı sadece terör ve tedhiş olayları ile sınırlı olamayacağı gibi çözümü de sadece kolluk güçleri ile sınırlı değildir; değişen ve yeni güvenlik sorunlarına karşı sadece askeri tedbirler yetersiz kalmaktadır.
Teknolojideki hızlı gelişmeler, artan ve yaşlanan dünya nüfusu, yaşam ömrünün uzaması, susuzluk, kuraklık, ısınma, barınma, hastalıklar, iç çatışmalar, göç ve terör gibi temel nedenlerle birlikte güvenlik kavramı da çok kapsamlı bir boyut kazanmıştır.
Yukarıda sıralamaya çalıştığım pek çok ana konu başlığında yaşanması muhtemel riskler hem ülke güvenliğimizi, hem Türk milletinin güvenliğini hem de bölgesel anlamda istikrarsızlık deposuna dönüşmesine sebep olabilecektir.
Fotoğraf: Anadolu Ajansı
POLSAM | POLİTİK STRATEJİLER ARAŞTIRMA MERKEZİ