Balkan Çalışmaları Uzmanı
Savaş kavramı, insanlık tarihi boyunca var olmuş ve çeşitli felsefi, hukuki ve ahlaki boyutlarıyla tartışılmıştır. İlk çağlardan itibaren savaş, siyasi, ekonomik ve dini sebeplerle yapılmış; her dönemde farklı anlamlar ve normlar kazanmıştır. Antik Yunan’da savaş, kahramanlık ve erdemle ilişkilendirilirken, Orta Çağ’da dini ve ahlaki boyutları ön plana çıkmıştır. Modern dönemde ise savaş, uluslararası hukuk ve insan hakları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Savaşın meşruiyeti ve etik boyutları, daima önemli bir tartışma konusu olmuştur (Varlik, 2013). Bu tartışma kapsamında savaşın hangi koşullarda yapılması gerektiği toplum ve yönetici elitler boyutunda bu eyleme meşru bir sebep sağlama, inanç, kültür ve hukuki bir çelişkiye neden olmama bağlamında tartışılmıştır. Çünkü savaş, yöneldiği taraf kadar bunu yönlendirenler için de zor, tehlikeli, vicdan ve etik bağlamında çelişkili ve tartışmalıdır. Bu tartışmalar insanlık tarihinde ilk olarak toplumların inançları, kültürleri ve etnik kimlikleri temelinde şekillenmiştir. Burada ise ilk olarak haklı savaş kavramı ortaya çıkmıştır.
Haklı savaş teorisi, savaşın hangi durumlarda meşru kabul edilebileceğini belirlemeye çalışan bir düşünce sistemidir. Bu teori, savaşın sadece belirli koşullar altında haklı ve meşru olabileceğini savunur. Orta Çağ’da Aziz Augustine ve Thomas Aquinas tarafından geliştirilen bu teori, adil bir neden, doğru niyet, yetkili otorite, son çare ve orantılılık gibi kriterlere dayanır. Augustine, savaşın barışı sağlamak ve adaleti korumak için bir araç olabileceğini savunmuştur. Aquinas ise, savaşın sadece yetkili bir otorite tarafından başlatılabileceğini ve adil bir neden ile yürütülmesi gerektiğini belirtmiştir. Savaşın bu Hristiyan inancı temelinde gerçekleştirilen tartışmalarından önce de Antik Yunan dönemi filozofları savaş olgusunu, Yunan şehir devletleri arasındaki ortak kültür ve toplum temelinde değerlendirmiştir. Savaşın bu Antik Yunan ve ilk dönem Hristiyanlık temelli yorumları, savaş olgusunun etik ve hukuksal temelli sınırlandırmalarını yalnızca kendi inanç ve kültürleri bağlamında uygulanması düşüncesinde olmuş, inanç ve kültür olarak barbarlar olarak nitelendirilen yabancı toplumlara karşı bu sınırlandırmalarda bulunmamıştır. Ortaçağ’ın sonlarına doğru toplumların artan etkileşimi, ticaret ve yeni düşünce akımları ile savaşın bu tek taraflı yorumları, daha kapsayıcı, hukuki bir şekil almaya başlayarak “ötekinin” tamamen yok edilmesi ya da asimile edilmesi gibi düşüncelerden arınmaya başlamıştır (Ereker, 2004).
Rönesans, Reform ve Aydınlanma dönemlerinde haklı savaş teorisi, Hugo Grotius, Francisco de Vitoria ve Francisco Suarez gibi düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Grotius, savaşın uluslararası hukuk çerçevesinde düzenlenmesi gerektiğini savunmuş ve savaşın meşruiyetini belirleyen kriterleri sistematik bir şekilde ortaya koymuştur. Vitoria ve Suarez ise, savaşın sadece savunma amaçlı ve orantılılık ilkesine uygun olarak yürütülmesi gerektiğini vurgulamıştır. Immanuel Kant, “Ebedi Barış” eserinde, savaşın ahlaki ve hukuki boyutlarını ele almış ve uluslararası bir barış düzeninin kurulması gerektiğini savunmuştur. Kant’a göre, savaşın ortadan kaldırılması için uluslararası hukuk ve demokratik yönetimlerin güçlendirilmesi gerekmektedir. Kilise merkezli dini yorumların yerini bu süreçte ilgili düşünürlerin modern yorumları almıştır (Ereker, 2004). Modernleşmenin toplum ve devletin her alanında meydana getirdiği değişimler savaş olgusuna bakışa da yansımış ve onun daha realist ve hukuki metinler çerçevesinde ele alınmasına neden olarak günümüz evrensel yaklaşımlarına, uluslararası anlaşmalarına zemin hazırlamıştır. Savaşın hukuki boyutları, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda önemli gelişmeler göstermiştir. 1864 tarihli Cenevre Sözleşmesi, savaş sırasında yaralı ve hastaların korunmasını öngörerek savaş hukukunun temellerini atmıştır. 1907 tarihli Lahey Sözleşmeleri ise, savaşın yürütülme biçimini düzenlemiş ve savaş suçlarını tanımlamıştır. 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri, savaş hukukunu daha da genişleterek sivil halkın korunmasını ve savaş esirlerine yönelik muameleleri düzenlemiştir. 1977’de bu sözleşmelere eklenen protokoller, iç savaşlar ve uluslararası olmayan silahlı çatışmalar sırasında uygulanacak kuralları belirlemiştir (Yılmaz, 2007).
Birleşmiş Milletler (BM) Anlaşması, savaşı yasaklayan ve kuvvet kullanımını sınırlayan hükümleri ile uluslararası hukuk çerçevesinde önemli bir rol oynar. BM Anlaşması’nın 2. maddesi, devletlerin uluslararası ilişkilerinde güç kullanmaktan kaçınmalarını ve sınır bütünlüğüne saygı göstermelerini öngörür. 51. madde ise, devletlerin meşru müdafaa hakkını tanır, ancak bu hakkın kullanımı BM Güvenlik Konseyi’nin denetimine tabidir. Bu hükümler, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını amaçlar ve devletlerin keyfi güç kullanımını engellemeye çalışır (Varlik, 2013).
Savaş olgusu üzerine tarih boyunca yapılan tüm tartışmalarda iki temel kavram ön plana çıkmıştır. Jus ad bellum ve jus in bello kavramları, savaşın hukuki ve ahlaki boyutlarını daha da derinleştirir. Jus ad bellum, bir devletin savaşa girme hakkını ve meşruiyetini belirleyen kuralları ifade eder. Devletin hangi koşullarda savaşa girebileceği, hukuksal ve mantıksal boyutlarının neler olduğunun çerçevesini oluşturmaktadır. Jus in bello ise, savaş sırasında tarafların uyması gereken kuralları ve etik ilkeleri tanımlar. Savaşan – sivil ayrımı, insani değerler ve işlenen suçlar bu kavram içerisindedir. Jus ad bellum çerçevesinde, savaşın başlatılma nedeni, yetkili otoritenin onayı ve savaşın son çare olarak görülmesi gibi kriterler değerlendirilir. Jus in bello ise, savaşın yürütülmesi sırasında orantılılık ve ayrım gözetme ilkeleri başta olmak üzere, sivillerin korunması ve insani hukuk kurallarına uyulması gibi prensipleri içerir (Ereker, 2004).
Savaşın ahlaki boyutları, onun yalnızca fiziksel bir yıkıma neden olmadığı, aynı zamanda derin ahlaki ve etik açmazlar da yaratması üzerinedir. Savaşın etik boyutları, savaşın haklılığı ve savaş sırasında uygulanan yöntemler açısından değerlendirilmelidir. İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri operasyonları, sivil kayıplar ve altyapının yok edilmesi gibi sonuçlar doğurarak ciddi ahlaki sorunlar yaratmaktadır. Bu durum, savaşın sadece askeri değil, aynı zamanda insani boyutlarını da dikkate almayı gerektirir (Coşkun, 2018). Konunun uzun bir geçmişe uzanan arka plana sahip olmasına rağmen özellikle 7 Ekim 2023 itibari ile Gazze’de meydana gelen olaylar, hedef gözetmeksizin sivillerin hedef alınması, artan kayıplar ve yaşananların giderek bölgesel ve küresel ölçekte bir krize dönüşmesi İsrail’in eylemlerinin bu incelemenin konusu olmasına sebep olmuştur (Canbey, 2024). İsrail’in Filistin ve Gazze’deki eylemleri, bu felsefi ve hukuki çerçevede değerlendirilmelidir. İsrail’in askeri müdahaleleri, özellikle Gazze’ye yönelik saldırıları, haklı savaş kriterlerine uygunluk açısından tartışmalıdır. Gazze saldırıları, orantılılık ilkesini ihlal eden yoğun ve yıkıcı operasyonlar olarak görülmektedir. Ayrıca, Beyrut’a yapılan son saldırı ve İsmail Heniyye’nin suikasti, uluslararası hukuka ve haklı savaş kriterlerine aykırı eylemler olarak değerlendirilmektedir (Dinç, 2024). İşgal altındaki topraklarda yaşanan gayriinsani ve hukuki eylemlerin yanı sıra İsrail, egemen, uluslararası tanınırlığı olan ülkelerin sınırlarını ihlal ederek askeri operasyonlar ve suikastlar düzenlemiştir. Bu eylemler İsrailli yöneticiler tarafından bizzat kabul edilen eylemlerdir. Bununla beraber Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi İsrail’in müttefikleri, tüm bu yaşananlar göz önünde bulundurularak İsrail’e koşulsuz desteği sürdüreceklerini açıklamışlardır. Uluslararası hukuk, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar kavramlarını net bir şekilde tanımlar. İsrail’in askeri eylemleri, özellikle sivillere yönelik saldırılar ve zorunlu göç uygulamaları, bu suçlar kapsamında değerlendirilebilir. İnsan hakları örgütlerinin raporlarına göre, İsrail’in Gazze’deki operasyonları, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar olarak nitelendirilebilecek ciddi ihlaller içermektedir. Bu durum, uluslararası toplumun ve hukukun, savaşın etik ve hukuki boyutlarını dikkate alarak daha etkin bir şekilde müdahale etmesini gerektirir. BM ve diğer uluslararası kuruluşlar, İsrail-Filistin çatışmasında önemli bir rol oynamaktadır. BM, barışı koruma ve insani yardımlar konusunda önemli bir rol oynasa da İsrail’in eylemleri karşısında etkisiz kalmakla eleştirilmektedir. Uluslararası toplumun İsrail’in eylemlerine karşı tepkisizliği, çatışmanın çözümünü zorlaştırmaktadır. Diplomatik çabalar, genellikle İsrail’in askeri üstünlüğü ve siyasi desteği nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Bu durum, uluslararası toplumun İsrail – Filistin çatışmasındaki etkisini azaltmaktadır (Emir, 2024).
Savaş olgusunun ahlaki ve hukuki tartışmaları, antik dönemden Ortaçağ’ın sonlarına kadar tek taraflı, ötekileştirici ve karşıtın tamamen yok edilmesi, rakibin sahip olduğu herhangi bir hakkın olmayacağı gibi görüşler barındırsa da genel itibari ile özellikle uygulamada bunun olmadığı görülmüştür. Özellikle Rönesans’tan itibaren ise savaş olgusu daha realist ve hukuki temelli ele alınmıştır. Fakat 7 Ekim 2023 tarihinden itibaren İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında başta Benjamin Netanyahu olmak üzere İsrailli yetkililerin insan haklarını hiçe sayan, BM anlaşmaları ve kararlarını görmezden gelen tek taraflı, dini motivasyona ve inanç temelli hedeflere yaptıkları vurgular konunun yalnızca iddia edildiği gibi meşru müdafaa ya da rehinelerin kurtarılmasına yönelik eylemler olmadığını göstermektedir. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Tevrat’a atıf yaparak büyük bir İsrail devletinin kurulacağına dair Yeşaya Kehanetleri konuşması inanç temelli bir ideali ortaya koymaktadır (Akgül, 2023). Ayrıca Gazze’de yaşananlar ile ilgili Uluslararası Adalet Divanı’nda görülen davada Netanyahu ve İsrailli askerlerin Filistinlilere “Amalek” şeklinde söylemleri delil olarak sunulmuştur. “Amalek” Yahudilerin inancında antik dönemde Filistin topraklarında savaştıkları bir halktır ve bu halk Yahudi inancına göre yüksek bir kötülüğü temsil etmektedir (Deveci, 2024). Bu söylemler İsrail’in eylemlerinde herhangi bir insani, hukuki ya da ahlaki hassasiyetin görmezden gelinmesine sebep olmaktadır. Bu bağlamda İsrail bölgede teopolitik hedeflerini ön plana çıkararak hareket etmektedir. Bu hedefler ve söylem ordu ve topluma motivasyon sağlamakta, Netanyahu hükümetine de meşruiyet kazandırmaktadır. Yalnızca İsrail’de yaşayan Yahudileri değil, Yahudi diasporasını da bu sayede arkasında tutmak istemektedir. İsrail’in teopolitik hedefleri ve müttefiklik ilişkileri, Ortadoğu’daki stratejik dengeleri etkilemektedir. İsrail, bölgedeki stratejik konumunu güçlendirmek ve dini motiflerle desteklenen siyasi hedeflerine ulaşmak için çeşitli ittifaklar kurmaktadır. Bu teopolitik hedefler, İsrail’in Filistin’e yönelik politikalarını şekillendirmektedir. İsrail, özellikle ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisine sahiptir. Bu ilişkiler, İsrail’in bölgedeki politikalarını ve askeri eylemlerini desteklemektedir. ABD’nin askeri ve mali desteği, İsrail’in Filistin’e yönelik politikalarının sürdürülmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu durum, İsrail’in uluslararası hukuku ihlal eden eylemlerine karşı uluslararası tepkiyi zayıflatmaktadır (Emir, 2024).
Tevrat’a yapılan atıflar ve savaş olgusunun tarihteki gelişimi göz önünde bulundurulduğunda özellikle savaşın “jus in bellum” boyutunun Yahudi inancında pek yer bulamadığı görülmektedir (Ereker, 2004). Antik Yunan, Hristiyanlık, İslam gibi inançlarda uygulamada farklılıklar gözlense de bu inançların içerisinde savaşta düşmanın haklarına, savaşmayanlara ve savaşamayanlara dair sınırlayıcı hükümler net bir şekilde görülmektedir. Fakat Tevrat’ta bu neredeyse olmadığı gibi Büyük İsrail devletinin kurulacağına dair Arz-ı Mev’ud inancında, devletin kurulacağı bu topraklarda başka bir toplumun barındırılmasına dair bir görüş de yer almamaktadır (Abbasov & Ercan, 2024). Sonuç olarak, İsrail’in Filistin’e yönelik eylemleri, uluslararası hukuk ve etik bağlamda ciddi sorunlar yaratmaktadır. İsrail’in askeri ve siyasi politikaları, haklı savaş teorisi ve uluslararası hukuk kriterlerine aykırı olarak değerlendirilmektedir. Bu durum, İsrail-Filistin çatışmasının çözümünü zorlaştırmakta ve uluslararası toplumun daha etkin ve kararlı bir tutum sergilemesini gerektirmektedir. İsrail’in Filistin’e yönelik eylemleri, uluslararası hukuk ve etik bağlamda ciddi sorunlar yaratmaktadır. İsrail’in askeri ve siyasi politikaları, haklı savaş teorisi ve uluslararası hukuk kriterlerine aykırı olarak değerlendirilmektedir. Bu durum, İsrail-Filistin çatışmasının çözümünü zorlaştırmakta ve uluslararası toplumun daha etkin ve kararlı bir tutum sergilemesini gerektirmektedir. Bu bağlamda İsrail’in süregelen eylemleri fundamentalist, radikal, ötekileştirici, antik ilkel bir saldırganlığın örneğini sergilemektedir.
Kaynakça
Abbasov, S., & Ercan, M. (2024). Tarihsel Perspektif Bağlamında, Siyonizm İdeolojisinin İsrail ile Filistin Arasında Yaşanan Çatışmalara Temel Etkileri. Anadolu Strateji Dergisi, 6(1), 15–28.
Akgül, B. İ. (2023). Tanah, Tevrat, Yeşaya kehanetleri: Netanyahu’nun sarıldığı dini argümanlar. https://www.trthaber.com/haber/dunya/tanah-tevrat-yesaya-kehanetleri-netanyahunun-sarildigi-dini-argumanlar-808962.html
Canbey, M. (2024). İsrail – Filistin Savaşı’nda Uluslararası Kuruluşların Göstermiş Olduğu Diplomasi Performansının İncelenmesi: BM Örneği. Ombudsman Akademik, 2, 132–162.
Coşkun, S. (2018). Savaş ve Barış: Haklı/Adil Savaşa İlişkin Ahlaki Açmazlar. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 26, 149–160.
Deveci, M. (2024). Netanyahu’nun “Amalekliler” konuşması İsrail’in soykırımla suçlandığı davada delil olarak sunuldu. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/netanyahunun-amalekliler-konusmasi-israilin-soykirimla-suclandigi-davada-delil-olarak-sunuldu/3106324
Dinç, S. (2024). İsrail’den çifte suikast! İşte son saldırıların perde arkası: “Phoenix Stratejisi.” https://www.milliyet.com.tr/dunya/son-dakika-israilden-cifte-suikast-iste-son-saldirilarin-perde-arkasi-phoenix-stratejisi-7163885
Emir, M. (2024). İsrail’in Hamas Savaşı Bağlamında Teopolitik Motivasyonu ile Müttefiklik İlişkisinin Bölgesel Etki Analizi. UPA Strategic Affairs, 5(1), 204–226.
Ereker, F. A. (2004). İlk Çağlardan Günümüze Haklı Savaş Kavramı. Uluslararasi İlişkiler, 1, 1–36.
Varlik, A. B. (2013). Savaşı Tanımlamak: Termi̇noloji̇k Bi̇r Yaklaşım. Avrasya Terim Dergisi, 1(2), 114–129.
Yılmaz, M. E. (2007). Westphalia’dan Günümüze Savaş. 4, 17–38.