
Ömer KALAYCI[1]
Ulusal Güvenlik ve Terörizm Uzmanı
Giriş
Tarihin pek çok döneminde savaşların su üzerine çıktığını ve yapıldığını biliyoruz. Gerekçesi gerçekten su olan ilk Su Savaşı’nın M. Ö. 2500 yıllarında Aşağı Mezopotamya’da kurulmuş Lagaş ve Umma şehir devletleri arasında yaşanmıştır. Suyun, zaman zaman bir ülkeyi mağlup etmek ya da gücünü kırmak için stratejik bir silah olarak da kullanıldığı açıktır. Bu duruma somut örnek Floransa, Pisa’yı savaşta susuz bırakarak teslim almaya çalışmıştır. 1947-1960 arasında, Hindistan’ın bölünmesi sonucu ortaya çıkan İndus Nehri havzası sorunu Pakistan-Hindistan arasında çatışmalara sebep olmuş ve her iki ülke ilişkilerini uzun süre dondurmuştur. Keza 1948 yılında birinci Arap-İsrail savaşında suyun, stratejik bir silah olduğunu görürüz.
Yanı sıra 1967’de İsrail’in stratejik konumundan ötürü Golan Yaylalarını işgal etmesinin ana nedeninin su olduğu bilinir. 1999’da NATO’nun Yugoslavya’ya düzenlediği harekâtta Belgrad’a verilen suyun kesildiği de ayrı bir somut örnektir. Hiç şüphesiz Türkiye’nin tüm iyi niyet yaklaşımlarına rağmen, Baba Esad yönetimi boyunca ta ki 1998 yılına kadar Suriye’nin, bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK ve liderlerine yönelik ev sahipliği yapmasına sebeplerin başında da su gelmiştir. 2011 Suriye İç Savaşı ile başlayan Suriyeli mülteci akını ve sonrasında Pakistan, Afganistan uyruklu kaçakların güneydoğu illerimizde konuşlandırılmaları; Birleşmiş Milletler başta olmak üzere pek çok uluslararası kurumun raporlarında 2030’dan itibaren artacak sıcaklıkların yaratacağı kuraklık ve temiz içme suyuna olan ihtiyacın %40 daha fazla artacağı belirtilmektedir. Temiz içme suyu ve su kaynaklarının önemi her geçen gün artmakta; su ve su kaynakları etrafında oluşacak yeni güvenlik algıları yeni güvenlik tedbirlerini de beraberinde getirmektedir.
Suyun Önemi ve Hidropolitik Raporlar
Hidropolitik alanında ülkemizde yapılan çalışmalar ne yazık ki çok az seviyede işlenmekte ve stratejik ve yaşam sorunu açısından önemi gittikçe artmasına karşın bilimsel ve rasyonel çalışmalar öne çıkarılmamakta; siyasal zeminde de ne yazık ki karşılık bulmamaktadır. Ulusal ve uluslararası güvenlik alanında çalışan bir birey olarak su ve su kaynaklarının, ulusal güvenliğin olmazsa olmaz ana unsuru olarak görmekte ve İçme suyu ve su kaynaklarının önemi konusunda zaman buldukça, elimden geldiğince yazılar kaleme almaktayım. Bu alanla ilgili yaptığım araştırmalarda, içme suyunun ve su kaynaklarının henüz ülkemizde zuhur etmese de yakın gelecekte farklı bir mücadele alanıyla karşılaşacağımızı göstermektedir. Farklı bir mücadele alanı olarak değerlendirdiğim konuya geçmeden önce içme suyu ve su kaynaklarının önemi ile ilgili daha önce kaleme almış olduğum şu yazıyı paylaşmak isterim: Gelecek nesiller altın, petrol ve kömürün önemini belki tarih kitaplarından veya şimdilerde olduğu gibi internetten öğreneceklerdir. Ancak, temel organik yaşam değişmediği sürece insanlığın suya olan ihtiyacı ve su arayışı bitmeyecektir. İçme suyu ve su kaynakları kıt olmakla beraber aynı zamanda yaşam kaynağımızdır. Uygarlık, su kaynaklarından yararlanma olanaklarını geliştiren ve örgütlenebilen devletler tarafından kurulmuştur. Dünya siyasal tarihinin özeti, doğal kaynakların ve insanoğlunun yarattığı kaynakların paylaşımı üzerinde gerçekleşen bir rekabetten oluşmaktadır. Devletler, uluslararası sistemin en üst siyasal aktörüdürler. Devletlerin ana işlevlerinden birisinin de toprakların ve su kaynaklarının korunması teşkil etmektedir. Bu bağlamda dünya siyasal tarihinde büyük bölümüne damga vurmuş olan toprak-sulak arazilerin istilası, silahlı kuvvetler gibi önemli görev üstlenen devlet yapılarını oluşturmuştur. Siyaset, bir anlamda toprak ve suyu ele geçirmek, kontrol etmek için yapılmıştır. Tıpkı günümüzde enerji kaynakları üzerinden gerçekleşen jeopolitik mücadelelerde olduğu gibi. Toplumların gelişmesi için kişi başına düşen temiz içme suyu miktarı bir ülke için gelişmişlik ölçüsüdür. Dünyanın hızla artan nüfusu ve bazı modern toplumların artan nüfus yapılanmaları, hızlı ve çarpık kentleşme, iklim koşullarının değişmesi ve buna bağlı olarak özellikle çok nüfuslu şehirlerin alt yapı sorunları ile kullanılabilir ve içilebilir su imkânlarını zora sokmaktadır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde görülen açlık, sağlık ve bulaşıcı hastalıkların temelinde, su altyapılarının pahalı mühendislik gerektiren yatırımlar olmasından ötürü su kaynaklarının yeterince geliştirilemediği ve sağlıklı kullanılamadığı yatmaktadır. Temiz içme suyu ve kullanılabilir su miktarı her ülkede eşit ya da doyurucu değildir. Özellikle düzensiz göç ve sığınmacıların da ülke nüfusuna eklenmesiyle birlikte nüfus ihtiyacına karşın kullanılabilir su kaynaklarının aynı seviyede kalmaması, çevre kirliliği, küresel iklim değişikliği vb. nedenlerle azalması ve kalitesinin bozulması, suyun stratejik öneminin neredeyse tüm dünyanın ana sorunu haline getirmiştir. Suyun doğru ve etkin kullanılması, o ülkenin ekonomik kalkınmasının da geleceğiyle yakından ilgilidir. Dolayısıyla su kaynakları, sulama, enerji, endüstri ve göçle artan nüfusun temiz su kullanma ihtiyacının karşılanması bakımından son derece önemli bir stratejik silahtır. Türkiye açısından değerlendirdiğimizde su zengini bir ülke olmadığımız ortadadır. Ülkemizde kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1735 metreküp ve potansiyeli 3690 metreküp dolayındadır. Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için yıllık kişi başına 10.000 metreküp su potansiyeline sahip olması gerekir. Yeryüzünde suyun eşit dağılmamış olmasıyla beraber, su kaynaklarının yakın çevresi bakımından ülkemizin önemi ve karşılaşacağı sorunlar bir kere daha gün yüzüne çıkmaktadır. Örneğin Ortadoğu, petrolün bolluğu su kaynaklarının kıtlığı coğrafyaya özgü politikalara şekil verirken, Kafkasya’da petrol ve suyun paylaşımı iç içe geçmiştir. Ülkemizin güneyinde kalan coğrafyada petrol kısa vadede varlığını ve önemini koruyacak ancak orta ve uzun vadede petrolün yerine suyun stratejik önemi daha da belirginleşecektir. Bölge siyasetinin temelini kullanılabilir su ve su kaynakları oluşturacaktır. Bu bölgede Arap-İsrail çatışmalarını ve PKK/KCK terör örgütünün varlığını su kaynaklarını kontrol etme açısından okumak da sağlıklı olacaktır. Fırat ve Dicle Nehirleri, Asi Nehri’nden faydalanma, GAP, Hazar havzasında Hazar’ın statüsü, paylaşımı ve kullanımından ötürü başta AB-ABD-İsrail olmak üzere neredeyse tüm dünyanın ilgi alanına giren bir boyut kazanmıştır. Bu durum ülkemizi, uluslararası sorumluluklarından ve milli çıkarlarından ötürü bölge siyasetinin ağırlık merkezine oturacak su kaynakları konusunda taraf yapmıştır. Başta Suriye ve Irak yönetimleri su kaynaklarının paylaşımı konusunda ülkemizden akıldışı taleplerde bulunmuşlar ve su üzerine belirledikleri akıldışı politikalarıyla; ülkemize karşı yıllarca bölücü örgüt PKK’yı barındırmışlar, pek çok alanda desteklemişlerdir[2].
Birleşmiş Milletler (BM) 2024 verilerine göre dünyamız 8 Milyar 142 milyondur[3]. Yaşam ömrü uzayan ancak giderek yaşlanan dünya nüfusu, yanı sıra yüz milyonlarca insanın göç hareketliliği, 2011 Suriye İç Savaşı ve sonrasında ülkemizin de payını aldığı ve başta Suriyeli olmak üzere Afgan, Pakistan, İran, Irak, Afrika ülkelerinden gelen on milyonlarca sığınmacıyla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek var. Buna ilaveten ne giderek artan dünya nüfusu ne de düzensiz göç hareketliliği dünyamızı sadece biyolojik bir kargaşaya sokmakla kalmıyor; bu duruma ek yeni kargaşaya zemin hazırlıyor[4]. Gerekli önlemlerin alınmadığı sürece mevcut durum, ulus devlet yapılarını tehdit etmeye devam edeceğini göstermektedir.
Yapmış olduğum araştırmalar sonucunda iki konuda yeni kargaşa ve karışıklıkların oluşma olasılığının yüksek olduğunu ifade edebilirim. Bunlardan ilki yeni hukuk sistemleri olacak. 10 milyara yaklaşan dünya nüfusuyla ve yüz milyonlarca göçmenin hareket halinde olduğu ve biyolojik bir çöküşe zorlanan dünyada iki bin yıl öncesine ait kurallarla yaşamak neredeyse imkânsızlaşmıştır. Elbette her yeni sistem yeni kargaşa ve çatışmaları beraberinde getireceği gibi yeni hukuk sistemleri de doğa, insan ve devlet ile olan ilişkilere yansıyacaktır. Batı kaynaklı hukuk sistemleri, pek çok alıntı yapan ülkeleri etkisi ve baskısı altına aldığı gibi özellikle neo-liberal ekonomik sermayeye geniş özgürlükler tanımış, sermayeye ve büyük mülkiyetlere geniş ve artan koruma ve dokunulmazlık getirmiş; önlerindeki kısıtlamaları kaldırmıştır. İkincisi; özel çıkarlar ile kamu çıkarlarının çatışmasıdır. Özel çıkarlardan kastım sermaye gruplarıdır. Sermaye gruplarının kamu tekelinde olan pek çok stratejik alanda mücadele içinde olduğu daha da gün yüzüne çıkmaktadır. Sermaye grupları ve kamu çıkar ilişkileri pek çok konu başlığında ele alınabilir. Ancak bu yazının ana konusunu su ve su kaynaklarının milli güvenlik için oluşturduğu önem itibariyle su kaynakları ve dağıtımı konusunda görüş belirtmek istiyorum.
Su Kaynaklarının Sermaye Gruplarının Eline Geçmesi Sorunu
İnsan yaşamının ve devletlerin varlığının temel kaynağı olan su kaynakları ve içme suyu, özel çıkarlar olarak bahsettiğim sermaye gruplarının ellerinde tekelleşmektedir. Bu durum yeni oluşacak veya var olan suç örgütlerini daha da besleyecektir. Suyun, yabancı sermayenin kontrolüne geçecek olması, sermaye grupları tarafından suyun fiyatlandırılması ve dağıtımı ele alındığında esas güvenlik sorunu daha iyi anlaşılacaktır. Yaşam kaynağı olan içme suyu ve su kaynaklarının, sermaye gruplarının ellerine geçmiş olması sadece bir kazanç kapısı olarak görmemek gerekir. Sermaye grupları, suyun dağıtım ve fiyatlandırmasını alt yüklenicilere teşere edecektir. Buradaki alt taşere ise yerel ya da bölgesel organize suç örgütleridir. Dolayısıyla sermaye grupları tarafından ele geçirilen su kaynakları ve içme suyu dağıtımının kontrolü suç örgütlerinin eline geçmektedir. Konu ile alakalı suç örgütlerini de yerel mafyatik gruplar olarak ele almakla sınırlandırmamak gerekir; çünkü ulus aşırı boyutta sermaye grupları da organize suç örgütü kapsamında değerlendirilmelidir. Esasen suyun fiyatlandırmasını ve dağıtımını suç örgütleri yapmaktadır. Bu durum bizlere sermaye grupları ile suç örgütlerinin kolektif işbirliği içinde olduklarını göstermektedir. Yanı sıra suç örgütlerinin yerini yakın gelecekte terör örgütlerinin almayacağının bir garantisi yoktur.
Okuyucunun aklına ilk olarak yetersiz beslenen ve susuz bırakılan topluluklar olarak Afrika kıtası gelebilir. Son 900 yılın en kötü kuraklığını yaşayan, güneşin yakıcı etkisini gösterdiği iklimiyle Orta Doğu’yu da gözümüzün önüne getirebiliriz. Ancak Latin Amerika ülkelerinde yaşanan su kaynakları sorunu çok daha farklı bir boyuta evirildiğinden yazıya örnek teşkil etmektedir. Latin Amerika, şaşırtıcı olarak bol su kaynaklarına sahip bir alan olmasına karşın aynı zamanda 36 milyon insanın içme suyuna erişiminin olmadığı bir bölgeye dönmüştür[5].
Dünya Su Konseyi’ne (WWC) göre, Latin Amerika’da yaklaşık 100 milyon insanın hijyene erişimi yoktur; latrinlere veya septik tanklara bağımlı olan insanlar göz önüne alındığında bu rakam 256 milyona ulaşmaktadır[6]. WWC raporuna göre, nüfusun daha fakir bölümlerinin zengin ailelere göre içme suyuna 1,5 ila 2,8 kat daha fazla ödeme yaptığını göstermektedir. Bölgenin yer altı suları sömürülmektedir. Örneğin Meksika’da, ülkenin 653 yer altı suyunun 102’sinin özel şirketlerce ele geçirildiği belirtilmektedir. Kimi Kuzeyli şirketlerin (Nordik ülkeler) ellerine geçirdikleri su kaynaklarını suç örgütlerinin koruduğu ortaya çıkmıştır.
Organize suç örgütlerin, kuzeyli şirketlerin eline geçirdiği su kaynaklarını korumakla kalmayıp bu duruma itiraz eden halka karşı acımasız yöntemlerle karşılık verdiği ilgili raporlarda ifade edilmektedir. Latin Amerika ülkeleri örneği şimdilik ülkemize uzak gibi görünebilir. Ancak ülkemizin içinde bulunduğu jeopolitik durum, siyasal karar alıcıların ısrarlı Ensar/Muhacir anlayışı ile açık kapı politikası, ülkemizin Kahire iklim kuşağına geçişi, kuraklıkla birlikte suyun ve gıdanın bir yaşam savaşına dönüşecek olma ihtimalini güçlendirmektedir. Bu durum, özellikle ülkemizin güneyinde yoğunlaşmış sığınmacı/kaçakları, organize suç ve terör örgütlerini harekete geçirme ve kolektif eylemlerde bulunma olasılığını da beraberinde getirmektedir.
ABD İstihbarat Servisi CIA’nın 2012 yılı raporunda, dünya genelinde içme suyu kaynaklarının 2040 yılında yetmeyeceğini belirtmektedir. 2030’da bile su talebi ile su arzı arasındaki fark % 40’a çıkacak. Küresel ısınmanın su kaynakları üzerindeki olumsuz etkisinin 2040’tan sonra daha da artması ile su savaşlarının kapıya dayanacağı söylemek çok da abartılı olmayacaktır. 2030 yılında su talep arzı arasındaki fark % 40’a çıkacak; kuraklıklarla beraber oluşacak su kaynakları üzerindeki olumsuz etki 2040 yılından sonra daha da artacaktır denilmektedir. Birleşmiş Milletlere göre (BM), dünya genelinde 884 milyon insan temiz içme suyundan yoksundur[7]. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün raporuna göre tahmini ise 2025 yılında dünya nüfusunun % 66’sının su sıkıntısı ile karşı karşıya geleceğini bildirmektedir[8]. BM 2022 Dünya Su Kalkınma Raporuna göre 2050 yılında suya erişim sıkıntısı çekecek insan sayısı 5,7 milyar olarak ifade edilmektedir[9]. Türkiye’de ne yazık ki, su zengini bir ülke değildir. Devlet Su İşleri’nin verilerine göre Türkiye, 98 milyar metreküp yerüstü ve 14 milyar metreküp yeraltı suyu olmak üzere, yıllık toplam 112 milyar metreküplük bir potansiyele sahiptir. 2030 yılına kadar tarım alanlarında % 75, evsel kullanımda % 260 artış olması hesaplanmaktadır. 2003 yılında sanayide kullanılan su miktarı 4,3 milyar metreküp iken, bu oranın 2030 yılında 22 milyar metreküpe çıkması beklenmektedir[10].
Ülkemizde özellikle büyük şehirlerde içme suyuna büyük ihtiyaç duyulmaktadır. Son zamanlarda bazı büyükşehirlerdeki su kısıtlamasına gidilmesinin yanı sıra hastanelerin acil servislerinde, ishal, kusma gibi nedenlerle hastalar yığılmış durumdadır. Bursa’da son bir hafta içerisinde hastanelerin acil servisleri bu vakalarla dolup taşmakta; yanı sıra şehrin büyük bölümüne belirli saatlerden sonra su verilememektedir.
Türkiye’de Hidropolitik Çalışmaları ve Su Yönetimi
Hidropolitik çalışmaları üzerine yapmış olduğum araştırmada; YÖK Akademik İstatistiklerini veri aldığımızda: ülkemizde su politikalarıyla ilgili Sınıraşan Su Politikaları ve ilgili altı farklı anabilim dalında son 20 yılda sadece 37 Yüksek Lisans, 7 Doktora tez çalışması yapılmıştır. Bu sayı, geleceğin krizlerinden birini teşkil edecek yaşam kaynağı içme suyu ve su kaynakları krizi konusunda ülkemiz açısından oldukça düşük ve düşündürücüdür. 20 yıllık süre içerisinde sadece 19 uluslararası bildiri ve 25 uluslararası makale yayımlanmıştır. Yanı sıra bu alanla ilgili yazına bakıldığında, yayımlanan bilimsel kitap sayısının 13 olduğu ortaya çıkmaktadır. Bireysel çalışmaların olduğu ancak bu çalışmaların kolektif anlamda bir enstitü, düşünce kuruluşu veya üniversiteler arası ortak bir çalışmaya dönüştürülemediğini gözler önüne sermektedir.
Kurak geçen yıllar, yağış miktarının azlığı, kuraklığın yarattığı susuzluk ile gıda, tarım güvenliğinin risk altına girmesi; deyim yerindeyse mavi altın suyun stratejik ve yaşamsal önemini bir kere daha ön plana çıkarmaktadır. Yukarıdaki veriler, hidropolitik konusunun uzmanlık eğitimi alanındaki durumunu açık bir şekilde ortaya koyarken, diğer yandan bu çalışmaları değerlendirerek düşünce üretecek yeterli sayıda üniversite, bilimsel ve stratejik araştırma merkezleri/enstitüleri, sivil toplum örgütlerinin çok az seviyede olması; konunun diğer eksik tarafını bizlere acı bir şekilde göstermektedir. Suyun stratejik ve güvenlik boyutundaki yerinin, içme suyu ve su kaynaklarının kullanımının ne denli önemli olduğu hem su krizi hem de stratejik boyutu açısından değerlendirildiğinde tekrar tekrar ele alınması ve çalıştaylar düzenlenmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.
İçme suyu ve su kaynakları, ilk şehirlerin kurulmasından günümüze kadar varlığını ve önemini sürdürmesinde en önemli belirleyici etken olmuştur. Bu belirleyiciliğinin yanı sıra su, çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere kadar her kültürde yeniden doğuşu, saflığı, arınmayı ve yaşamı birleştiren bir simge konumundadır. Su ve insan arasında fiziksel ve sosyal bağ, kapitalizmin gelişimi ve özellikle sanayi devrimi ile birlikte değişmiştir. Sanayileşmeyle birlikte içme suyu ve su kaynakları, hemen her sektörde gerek hammadde gerekse üretim süreçlerinde aşırı kullanıma ve kirletilmeye maruz kalmıştır. Öncesinde insani ihtiyaçlar ve geleneksel tarımsal üretim için kullanılan su, günümüzdeki ölçekte ve biçimlerde kirletilmiyordu. Sanayileşmeyle beraber fosil yakıt tüketimi aşırı derecede artmış, iklimi değiştirmeye ve iklim değişikliği dâhilinde aşırılaşan iklim olaylarına (mevsim normalleri üzerindeki yağışlar, kuraklık vb.) neden olmaya başlamıştır.
İklim olaylarındaki değişim, içme suyuna ve su kaynaklarına erişimin önünde var olan fiziksel engelleri daha da büyütmüştür. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde artan sanayi, endüstriyel tarım ve kentleşme uygulamaları, dünyanın su varlıkları üzerinde artan baskılar yaratmaya başlamıştır. Kalkınma yarışı içindeki devletler, kendi korumaları altındaki su gibi doğal varlıkları bir an önce kullanıma açıp, ekonomik büyümenin hammaddesi haline getirecek adımları bir biri ardına atmaya başlamışlardır. Türkiye’nin 1980 sonrasında neoliberal politikalarla yaşadığı dönüşüme bağlı olarak çarpık şehirleşmenin hızlandığına, piyasa ilişkilerinin alanının geliştiğine, ekonominin düz bir çizgide ilerlemese bile büyüdüğüne şahit olduk. Ancak bu gelişim asla insan ve çevre odaklı değil, bilakis insan yaşamının ve doğanın tahrip edilmesi pahasına yaşanmıştır. Dünyanın her ülkesi, değişimi aynı hız ve derecede yaşamasa da kapitalizmin neoliberal dönemde yeni bir küreselleşme dalgasına girmesi ile dünyanın çok farklı ülkelerinde hemen hemen aynı nedenlerden kaynaklanan sorunlar yaşanmaya başlandı.
Suyun ve su ile mücadelenin tüm dünyadaki çevre veya çevrebilim hareketleri içerisinde özel bir yeri vardır. Su, bütün bir yaşamın kaynağı olması dolayısıyla çevreyle ilgili sistemin en temel maddesini teşkil eder. Başta çevre sorunları dediğimiz hemen her şey bir şekilde su sorununa bağlanmaktadır. Okyanus seviyesinde sıcaklıklar yükselmekte ancak bu abartıldığı ölçüde denize sıfır olan ülkeleri yutacağı anlamına gelmemektedir. İçme suyu ve su kaynaklarında değişim yaşanmakta ve bu durum kuraklığa ve/veya sellere neden olmakta, kitlesel göç hareketleri yaşanmakta, su varlıklarının giderek azalması suyun kontrolünü stratejik bir hedef haline getirmekte, su artık geçmişte olduğu üzere günümüzde ve yakın gelecekte de bir savaş aracı haline gelmektedir. Özellikle çok nüfuslu büyük şehirlere su tedariki modern şehirciliğin en temel sorunlarından biri olarak karşımızda durmaktadır.
Su Kaynaklarının Satılması/Kiralanması Sorunu
Yukarıda, içme suyu ve su kaynakları açısından sorunlu olmayan Latin Amerika ülkelerinde, kuzeyli (Nordik) şirketlerin su kaynaklarını satın aldığını, su kaynaklarının kontrolü, korunması, içme suyunun fiyatlandırmasını ve suyun dağıtımının organize suç örgütlerine teslim ettiğini; bu durumun güvenlik krizi doğurduğunu ifade etmiştim. Ne yazık ki, ülkemizde de bazı borçlu olan çok nüfuslu belediyelerin de Latin Amerika örneğindeki sisteme benzer şekilde hareket ettiği ortaya çıkmaktadır.
Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 25 Ağustos 2023 verilerine göre 759 milyon 623 bin TL borç ile Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nden sonra Türkiye’nin en borçlu yerel yönetimi olan Bursa Büyükşehir Belediyesi (BBB) doğal kaynak sularını kiralama/işletilmesi için ihale açmıştır. İlk ihale Eylül ayının 5’inde ikincisi ise 7 Eylül’de yapılacakmış. Bursa Büyükşehir yetkilileri, her ne kadar su kaynaklarının satışı söz konusu olmadığını söyleseler de hali hazırda: “Bursa İli Yıldırım İlçesi Cumalıkızık Mahallesi Yaylamemba Mevkii’nde bulunan iki su kaynağının tahmini yıllık bedeli ise 3 milyon 158 bin 352 TL olarak belirlenmiştir. Bu kaynaktan saniyede 4,75 litre su akışı mevcuttur. Hali hazırda bölgede Fransa merkezli Danone şirketi Hayat Su markası ile dolum yapmaktadır. Bir diğer su kaynağı ise 4 milyon 105 bin 858 TL’ye yıllık olarak su işletme şirketine verilecek. Bursa İli Kestel İlçesi Derekızık Mahallesi’nde bulanan kaynaktan saniyede 7,2 litre su akıyor. Burada da İsviçre merkezli Nestle firması Erikli ve Nestle markaları için dolum yapmaktadır. Bursa Büyükşehir, su kaynaklarının kiralanması/işletilmesinden yıllık 7 milyon 264 bin 210 TL 52 kuruş gelir elde edileceğini ifade etmektedir.
Baştan ifade edeyim: Türkiye’nin yeraltı/yerüstü tüm enerji ve su kaynakları, hangi sebep/neden gerekçe gösterilirse gösterilsin, bir yabancı şirkete satılması/kiralanması ulusal güvenlik sorunudur. Eğer yaşam kaynağımız içme suyu ve su kaynakları satılmıyor da işletilmesi için ihale açılıp kiralanıyorsa bu durum ileride su fiyat belirlenmesi ve su kaynaklarının korunması, dağıtımı gibi konularda yukarıda verdiğim Latin Amerika örneğinin somut gerçeğini yansıtacaktır.
Pek çok yerel yönetim/belediyelerin alt yapıları tamamlanmamış ve borç içinde oldukları bilinmektedir. Ancak bu mali yükün kapatılması yaşamsal kaynağımız içme suyu ve su kaynaklarının, yabancı şirkete kiralanması için verilmesini zorunlu kılmaz. Bu yol en bariz şekilde önce bölgesel sonrasında da genel anlamda güvenlik tehdidir. Bu konuya sadece bir yabancı şirket tarafından su kaynaklarının ve içme suyunun işletilmesi, şişelenmesi, dağıtımı ve buna bağlı olarak fiyatlandırması ya da bu hizmetleri üzerinden sırf gelir elde etmek amaçlı da bakamayız. Borç çıkmazlarını kapatabilmek için uygulanacak yöntem asla ve asla Türk milletinin su kaynaklarını ve içme suyunu satışa çıkarmak olamaz. Bu akla zarar uygulamadan derhal vazgeçilmelidir. İçme suyu ve su kaynaklarının özelleştirilmesi demek; insanlarımızın herhangi bir biyolojik saldırıya maruz kalmasının yolunu da açmak demektir. Bu durumun, içinde bulunduğumuz ülke şartları göz önüne alındığında ne denli tehlikeli olduğu önümüzdeki kısa vadede çok daha net anlaşılacaktır.
Su ve Kaynakların Stratejik ve Güvenlik Boyutu
İçme suyu ve su kaynaklarının stratejik ve güvenlik boyutundaki yerinin, içme suyu ve su kaynaklarının kullanımının ne denli önemli olduğu stratejik ve güvenlik açısından değerlendirdiğimizde önümüze pek çok somut örnekler çıkmaktadır. Özellikle 1970’li yılların başından itibaren devletimize ve milletimize yönelik, bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK’nın; Suriye ve zaman zaman da Irak tarafından su konusunda kullanıldığı ve desteklendiğini belirtmekte fayda vardır.
Tabii su krizleri ve su savaşları konusunu incelerken, içme suyu ve su kaynaklarının sadece bir savaş ya da çatışma nedeni olduğunu söylemek de doğru değildir. Su aynı zamanda barışı da ifade eder ki, bunu en iyi öğrenmiş olması gereken petrol zengini su fakiri Ortadoğu ve komşu ülkelerimizdir[11]. Yanı sıra, dünya üzerinde belli başlı 261 nehir havzasıyla ilgili olarak son 50 yıllık süreç incelendiğinde, bu süre içinde meydana gelen 1800 olayın üçte ikisinin işbirliği ve antlaşmalar türünden olumlu vakalar olduğu ortaya çıkmaktadır. Geriye kalan 600’e yakın olumsuz olayın % 80’nin sözlü tehdit veya daha çok kendi kamuoylarına yönelik taktiksel/hamle oldukları tespit edilmiştir. Çatışma barındıran 37 olayın 27’sinin ise Suriye ile İsrail arasında, Ürdün ve Yermük nehirleri yüzünden meydana geldiği ortaya konmuştur[12].
Tarih, doğal kaynaklar ve bu kaynaklara ulaşma yollarıyla askeri stratejiler arasındaki sıkı ilişkilerin örnekleriyle doludur. Tarih boyunca su: askeri ve politik amaçlarla savaş sebebi, savaş silahı veya savaşın en stratejik hedeflerinden biri olarak kullanılmıştır. Lagaş ve Umma şehir devletleri arasında yaşanan ilk su savaşı M.Ö. 2500’den 1990’ların sonlarına kadar su kaynakları savaş sebebi, stratejik amaç ve stratejik hedef hatta yürütülen diplomasinin ana eksenini oluşturduğu dönemlere etki etmiştir. Bölgemizde cereyan eden su kaynakları temelli 37 çatışmanın 27’sinin İsrail ile Suriye arasında, Ürdün ve Yermük nehirleri yüzünden meydana gelmiştir. Ağırlıkta Suriye ve Irak’ın, su kaynaklarından haksız daha fazla yararlanmak maksadıyla değişik dönemlerde Türkiye ile krizler yarattıkları, belirli bir tarihi dönemi içine alacak şekilde bölücü terör örgütü PKK’yı bu yüzden destekledikleri bilinmektedir.
Joyce Starr, “Su Savaşları” isimli makalesinde: “Ortadoğu su krizi, hiçbir ülke ya da uluslararası kuruluşun kabul etmeye hazır olmadığı stratejik bir yetimdir” ifadesini kullanmıştır. İngilizlerin adını verdiği Ortadoğu, petrol açısından zengin kaynaklara ancak su kaynakları açısından oldukça fakir muallak bir coğrafyadır. Bölge, dünyada en az yağış alan ve en fazla buharlaşmanın yaşandığı iklime sahiptir. Dünyadaki kurak topraklar karaların üçte birini oluştururken, Yakındoğu’daki kıraç topraklar %80 gibi devasa bir orana ulaşmış durumdadır. Bu durum her geçen gün daha da kötüleşerek günlük temiz su kullanımı, sulama ve enerji üretimi açısından gereken kaynakların garantiye alınmasını, bölge üzerindeki baskıyı her geçen gün yükseltmektedir[13].
Mevcut su kaynakları sebebiyle Yakındoğu ülkelerinin özel ilgisinde olan Türkiye, güney komşuları Suriye ve Irak’ın haksız talepleri karşısında sorunlar yaşamıştır. Üstüne ilaveten Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Şam ve Bağdat yönetimleri açısından kâbus olarak nitelendirilmiştir. Özellikle güney komşumuz Suriye, bu projeyi engellemek için PKK/KCK bölücü terör örgütünü 1998 yılına kadar Türkiye’ye karşı stratejik bir silah olarak kullanmıştır. Türkiye Suriye arasındaki su sorunu incelendiğinde Ankara’nın, adil ve hakkaniyetli yaklaşımı ve su sorunu ile ilgili müzakerelere daha açık ancak Şam yönetiminin daha kapalı olduğu görülür. Genel olarak Şam-Bağdat Baas yönetimlerinin, uluslararası gücü de arkalarına alarak Ankara’ya baskı kurdukları ve Türkiye’den daha fazla su almak, Fırat ve Dicle Nehirlerinin uluslararası sular kapsamında değerlendirilmesini sağlamak amacıyla bir memba ülkesi olan Türkiye üzerinde baskı kurarak, Türkiye’yi aciz bırakarak su ve diğer konularda tavizlere zorlamak yatmaktadır. Ancak, Soğuk Savaş’ın etkilerinin azalması sonucu Suriye’nin haksız su taleplerine karşı araç olarak kullandığı PKK kartını kullanma şansı ortadan kalkmıştır. Libya’da petrol bulunduğunda ülkeyi yöneten Kral İdris’in: “Keşke petrol yerine suyumuz olsaydı. Petrol insanı tembelleştirir; su ise çalıştırır” dediği ifade edilmektedir.
Su ve Terör
Güneydoğu Anadolu Projesiyle (GAP) beraber Türkiye-Suriye ilişkileri, su sorunu ve Şam yönetiminin ülkemize karşı bölücü terör örgütlerine sağladığı açık destek ki bu desteği su sorunun haricinde Hatay-Sancak içinde kullanmışlardır. Uluslararası politikada, x bir ülkenin içinde bir seferliğine de olsa meydana gelen ufak çaplı bir hareket, o ülkenin sınır komşusu tarafından (belirli stratejik amaçlar doğrultusunda) sahiplenilmekte; doğrudan olmasa da dolaylı olarak değişen dönem ve durumlarda koz olarak kullanılmakta ve oluşan hareket kısa süre içinde tüm bölge ve uluslararası etkinlik kazanabilmektedir. Devletler, bu yöntemi, konvansiyonel savaşın maliyetlerinden ve eylemin sorumluluğundan kaçma olanağı yarattığından dolayı kullanmaktadırlar.
Bir terör örgütünü başarılı kılan, dış destek ve alan hâkimiyeti kurduğu ülke ya da bölge dışı ülkelerde yapılanmaları yani üsleridir. Terör örgütlerine sağlanan finans yardımı büyük önem taşır. Yanı sıra uluslararası düzeyde siyasi ve moral desteği; kamuoyu, özellikle de düşman ülke kamuoyunu etkileme ve uluslararası konferans/forumlarda dolaylı yardım sağlama da örgütlere sağlanan en önemli destek, üs ve sığınaktır. Üs ve sığınak, terör örgütlerinin ve teröristlerin kalbidir. Lojistik hatları kesilmiş bir terör örgütünün pek fazla varlığını sürdürme şansı yoktur. Özellikle Soğuk Savaş dönemi, terör ve terörizmin rakip, hasım, düşman ülkeler arasında koz olarak kullanıldığı, dış politikalarının stratejik ve taktik açısından en yüksek seviyede yaşandığı dönemdir. Bu durumu günümüzde vekâlet savaşları ve hibrit-melez savaşlar olarak da yaşanmaktadır. İçinde bulunduğumuz yüzyılda terör örgütlerinin ve bunlara doğrudan ya da dolaylı destek sağlayan ülkelerin pek çok ortak amaçlar doğrultusunda kolektif terör-terörizmin[14] içinde oldukları da sabittir. Devletlerarasındaki coğrafi yakınlıklarla ilgili çıkan ya da var olan sorunlar, bu ülkeler arasındaki yakınlıktan dolayı, bölgedeki diğer sorunlarla kolayca ilişkilendirilir. Ne var ki, sınır aşan sular konusunda yaşanan uyuşmazlığın terörle ilişkili olduğu durumlar çok azdır.
Türkiye’ye karşı su kaynakları sorununu yaratan Suriye, Karakaya Barajı’nın dolumu sürecinde, Ermeni terör örgütü ASALA’nın silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yanında; Türkiye’de faaliyet gösteren ve Türkiye’ye karşı kolektif terör içinde bulunan Kürt-Ermeni militan ve teröristlere kucak açarak destek vermiştir[15]. Ülkemizde ve komşu ülkelerde yaşamakta olan Kürtler üzerinden Kürt kartı, Türkiye başta olmak üzere Irak, İran ve Suriye üzerinde de oynanmıştır. Örneğin, Şattül Arap nehrinin sınır çizgisi olmasına ilişkin çözüm bulma önerilerini Irak’ın reddetmesine karşılık İran yönetimi, 1975 yılında imzalanan Cezayir Antlaşması’na kadar Irak’ın kuzeyindeki Kürt ayaklanmasında KDP’ye askeri malzeme ve silah desteği vermiştir. Şam yönetiminin, özellikle 1970’li yıllar boyunca desteklediği ve kullandığı Ermeni terör örgütü ASALA, 1980’lerde yerini PKK’ya devretmiştir. Zira aşırı sol grupların yasaklanması sonucu 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, bölücü terör örgütü PKK ile Suriye’yi birbirlerine daha da yakınlaştırmıştır[16].
Temmuz 1987’de Türkiye-Suriye arasında ikili ekonomik işbirliği anlaşmasında, içinde Fırat nehri ile ilgili maddelerin de bulunduğu bir su protokolü imzalanmıştır. İmzalanan su protokolünde Ankara, Suriye’nin bölücü terör örgütü PKK’ya sağladığı ger türlü desteği sonlandırmasıyla sözü ile Şam yönetimine yıllık ortalama 500 metreküp/sn altına düşmemek kaydıyla su bırakmayı taahhüt etmiş; ancak Şam yönetimi verdiği sözü tutmamıştır. 1987 protokolünün ardından PKK’nın eğitim merkezi yine Şam yönetiminin denetimindeki Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ne kaydırılmış; Suriye’nin PKK’ya olan desteği devam etmiştir. Suriye’nin söz verdiği halde sözünü tutmaması, bölücü örgütlere sağladığı desteği kesmemesi sonucu Ankara da suyu bu ülkeye yönelik stratejik silah olarak kullanmıştır. Ekim 1989’da, Suriye’nin güvenlik protokolüne (Türkiye’ye sızan PKK’lıların artması üzerine) uymadığını belirten Ankara, anlaşmadan desteğini çekmiştir. Aynı yıl, PKK’ya desteğini devam ettiren Şam yönetimi tavrından vazgeçtiği takdirde daha çok suyun verilebileceğini, tutumuna devam ettiği takdirde de Fırat suyunun da kesileceğini belirtmiştir. Bunun üzerine Suriye ordusu, Hatay’da Türk Hava Sahası içinde Türk araştırma/eğitim uçağını düşürmüştür.
Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın kuzeyinde uçuşa yasak bölge oluşturulması, bu bölgede ‘de facto’ bir Kürt etnitesini oluşturmuştur. Bu durumdan faydalanan Kürtçü oluşumlar arasında PKK/KCK da yerini almıştır. Bu durum karşısında Türkiye, sınırlarını korumak ve buralardan ülkeye yönelik terör eylemlerini sonlandırabilmek için sık sık hava ve kara operasyonları düzenlemiş; bunun sonucunda başta Avrupa Birliği ve Batı ülkeleri olmak üzere Arap ülkeleri Türkiye’ye karşı sert tepki ve baskılar göstermiştir. Suriye istihbaratı tarafından her türlü hareketleri kontrol edilen PKK, Şam yönetimi tarafından her türlü desteği görmüş ve Suriye istihbaratı buradaki Kürt nüfus üzerinde etkili olmuştur. Esasen su kaynakları ve terörizm bağlantısı, sadece Şam yönetiminin su sorunundan dolayı PKK’yı desteklediği yanlış fikrini ortaya çıkarmıştır. Oysa haksız talep edilen ve uluslararası güç merkezlerini arkasına alan Suriye ve Irak yönetimleri, temelinde su sorunu yaratmayan Türkiye’ye karşı yıllarca bölücü Kürtçü örgüt PKK’yı desteklemişlerdir. Bu desteklerde esas konu sadece ileri sürüldüğü gibi sadece daha fazla su ihtiyacı değildir. Zira Suriye yönetimi PKK’yı sadece Türkiye’ye karşı kullanmakla kalmamış; Suriye’de yaşayan Kürtlerin arasında nifak yaratmak için Öcalan’dan ve PKK’dan oldukça yararlanmıştır. İleri sürüldüğü şekliyle su sorunu Türkiye ile Suriye arasında bir güvenlik sorunundan öte Şam rejiminin, Hatay üzerinde hak iddia etmesi, sorunun bu özelliğini daha da pekiştirmiştir[17].
Başta Şam yönetimi olmak üzere Bağdat yönetimleri de, GAP’ı engellemek ve yavaşlatmak amacıyla bölücü örgüt PKK’ya verdikleri destek dışında, uluslararası rüşvet ve sabotaj girişimleri türünden yasadışı ve yüz kızartıcı girişimlerde bulunmuşlardır. 1976’da Karakaya Barajı yapım inşaatını üstlenen İtalyan Italsate-Torno konsorsiyumunun ortağı Torno şirketine, “barajın yapımının 5 yıl süre geciktirilmesi” karşılığında yüklü miktarda rüşvet verilmiştir[18]. Bu durum Ankara tarafından bir rastlantı sonucu öğrenilmiş ve Torno şirketi konsorsiyumdan çıkartılmış; baraj inşaatı devam ettirilmiştir. İkinci örnek, 1986 yılında yaşanmıştır. Kırıkkale’deki bir cephane fabrikasında 7 kişinin ölümüne, milyonlarca dolarlık zarara yol açan saldırıyı düzenledikten sonra yakalanan ikisi Suriyeli, ikisi Ürdünlü dördü de Arap, asıl hedeflerinin Atatürk Barajı olduğunu itiraf etmişlerdir. Olay yerinde yapılan inceleme ve araştırmalarda çok sayıda yüklü patlayıcı ele geçirilmiştir. Bütün bu olayların planlama aşamasında ise Suriye’nin Ankara Büyükelçiliği 2. Kâtibi Darwish Baladi ve Suriye Ataşesi Muhammed Khayr Azkur rol almışlardır. Bir diğer olay ise 1998 yılında Suriye istihbaratının, Birecik Barajı’na yönelik bir sabotaj için PKK’ya özel eğitim verdiği iddiasıdır. İstihbarat kaynaklarına yakınlığıyla bilinen US News and World Report dergisinin ortaya attığı iddia, şubat ayı içinde PKK’lıların Suriye’deki Hatina Gölü’nde “Birecik Barajı’na Saldırı Tatbikatı” yaptığı belirtilmiştir[19]. Verilen bu üç örnek ve diğerlerinde gerçekleştirilmek istenen sabotaj ve terör eylemlerinin, Türkiye’deki hedef barajların inşaat halindeyken ya da dolum işlemi başlamadan önce tertiplendiğini belirtmek gerekir.
Baba Esad döneminde gerçekleşen sözde su sorunu özelinde Hatay toprak sorunu yatan terör eylemleri, Baba Esad’ın ölümünden sonra oğul Esad döneminde gerçekleştirilen ikili ilişkiler ve imzalanan Adana Mutabakatı ve Güvenlik Protokolünce minimize edilmiştir. Ne var ki, 2011’de Suriye’de başlayan İç Savaş ve ardından çıkarları olan bölgesel ve küresel güçlü aktörlerin Suriye’ye girmesinin ardından ülkemiz açısından tehlike ve tehditler çok daha fazlalaşmıştır. Zira güney komşumuz Suriye’den ülkemize yönelik henüz daha net sayısını bilmediğimiz bir sığınmacı kitlesiyle karşılaştık. Bunu ilerleyen süreçlerde İran üzerinden Afgan ve Pakistanlı sığınmacılar izledi. Özellikle Afganistanlı sığınmacıların, İran üzerinden ellerini kollarını sallayarak ülkemize geçişleri, bu gelenlerin pek çok açık kaynak istihbaratında belirtildiği üzere ABD’nin Afganistan’daki Taliban’a karşı ABD saflarında askeri eğitilmiş, silah kullanmış ve gençlerden oluştukları ifade edilmektedir.
Sonuç yerine
Bu çalışma, esasen yaklaşmakta olan devasa bir sorunu gözler önüne sermektedir. Ülke güvenliğinin bu denli kaotik ortamında, iklim şartlarının ortaya çıkardığı zorluklar ve buna bağlı kuraklık, gıda ve suyun önemini öne çıkarmakla birlikte; özellikle büyükşehirlerde ve güney sınırımızda yaşanacak su veya gıda üzerinden çıkacak bir iç karışıklığın nereye dönüşeceğinin işaretlerini vermektedir. Elbette ne Suriye ne Irak’ın ileri sürdükleri su sorunundan dolayı iki ülkenin de askeri güç anlamında ülkemize yönelik bir zarar verebilecekleri mümkün değildir. Ayrıca Barajlarımıza yönelik gerçekleştirmeye çalışacakları terör eylemlerinde kullanacakları patlayıcılar da hesaba katıldığında bunun pek de mümkün olmayacağı bilinir. Ancak geçmişte ya da günümüzde destekledikleri bölücü terör örgütlerinin kolektif terör-terörizm kapsamında pek çok alanda melez-vekâlet savaş adı altında eylemler gerçekleştirme olasılıklarını da es geçmemeliyiz. Günümüzde ülkemize yönelik pek çok ortak noktada terör eylemlerinde işbirliği içinde olabilecek ve içlerinde ne kadar silahlı eğitim almış, çatışmalara girmiş terörist, yabancı ülke gizli servislerine çalışan ajan var bilemiyoruz. Bunların başıboş şekilde sanki ülkede her şey kontrol altındaymış gibi tüm süreçleri ve olasılıkları geçiştirecek de değiliz.
Kaynakça
[1] ORCİD ID NO: 0009-0004-7912-0407, Ulusal Güvenlik ve Terörizm Uzmanı, oemerkalayci34@gmail.com
[2] Ömer Kalaycı, Milli Güvenlik Açısından İçme Suyu ve Su Kaynaklarının Önemi, Polishaberleri gazetesi, Haziran 2023.
[3] Birleşmiş Milletler 2024 raporu, Küresel Sorunlar ve Nüfus, https://www.un.org/en/global-issues/population , Erişim Tarihi: 5 Ekim 2025.
[4] Ömer Kalaycı, Değişen Güvenlik Kavramı Bağlamında Küresel ve Bölgesel Yansımaları ile Türkiye’yi Bekleyen Yeni Güvenlik Tehditleri, https://www.polsam.org/degisen-guvenlik-kavrami-baglaminda-kuresel-ve-bolgesel-yansimalari-ile-turkiyeyi-bekleyen-yeni-guvenlik-tehditleri/ , Erişim Tarihi: 2 Ekim 2025.
[5] Bkz: https://www.worldbank.org/en/news/feature/2015.03.20/america-latina-tener-abundantes-fuentes-de-agua-no-es-suficiente-para-calmar-su-sed , Erişim Tarihi: 5 Ekim 2025.
[6] Bkz: https://www.worldwatercouncil.org/fileadmin/wwc/News/WWC_News/water_problems_22.03.04.pdf , Erişim Tarihi: 5 Aralık 2025.
[7] Ömer Kalaycı, Değişen Güvenlik Kavramı Bağlamında Küresel ve Bölgesel Yansımaları ile Türkiye’yi Bekleyen Yeni Güvenlik Tehditleri, https://www.polsam.org/degisen-guvenlik-kavrami-baglaminda-kuresel-ve-bolgesel-yansimalari-ile-turkiyeyi-bekleyen-yeni-guvenlik-tehditleri/ , Erişim Tarihi: 2 Ekim 2025.
[8] Dünya Meteoroloji Birliği, Küresel Su Kaynakları Durum Raporu, https://www.meteoroloji.org.tr/wmo-kuresel-su-kaynaklari-durum-raporu , Erişim Tarihi: 3 Aralık 2025.
[9] BM, Dünya Su Kalkınma Raporu 2022, https://www.suvecevre.com/yayin/1069/bm-dunya-su-kalkinma-raporu-2022_30251.html , 4 Ekim 2025.
[10] Ömer Kalaycı, Değişen Güvenlik Kavramı Bağlamında Küresel ve Bölgesel Yansımaları ile Türkiye’yi Bekleyen Yeni Güvenlik Tehditleri, https://www.polsam.org/degisen-guvenlik-kavrami-baglaminda-kuresel-ve-bolgesel-yansimalari-ile-turkiyeyi-bekleyen-yeni-guvenlik-tehditleri/ , Erişim Tarihi: 2 Ekim 2025.
[11] Ömer Kalaycı, “Su Fakiri Ortadoğu ve Olası Yeni Su Krizleri”, https://tudpam.org/wp-content/uploads/2025/07/DIS-BAKIS-HAZIRAN-2025.pdf , Haziran 2025.
[12] Ömer Kalaycı, Milli Güvenlik Açısından İçme Suyu ve Su Kaymaklarının Önemi II, Ağustos 2023.
[13] Ömer Kalaycı, Haziran 2025.
[14] Ömer Kalaycı, Kolektif Terör ve Terörizm, TUDPAM Rapor No: 9, https://tudpam.org/rapor-no9-kolektif-teror-ve-terorizm/ , 6 Mart 2025.
[15] Ömer Kalaycı, 6 Mart 2025.
[16] Bkz:, Ömer Kalaycı, Türkiye AB İlişkileri Bağlamında Almanya’nın Kürt ve PKK Politikası, Çıkrık yayınları, 2019, İstanbul.
[17] Ömer Kalaycı, Kolektif Terör ve Terörizm, TUDPAM Rapor No: 9, https://tudpam.org/rapor-no9-kolektif-teror-ve-terorizm/ , 6 Mart 2025.
[18] Ömer Kalaycı, Milli Güvenlik Açısından İçme Suyu ve Su Kaynaklarının Önemi, https://www.polishaberleri.org/yazarlar/omer-kalayci/milli-guvenlik-acisindan-icme-suyu-ve-su-kaynaklarinin-onemi-iii/564/ , 11 Eylül 2023.
[19] Kalaycı, a. g. m. 11 Eylül 2023.
Fotoğraf: Anadolu Ajansı