BİR REYHANÎ GELDİ GİTTİ SÖYLEYİN…

Prof. Dr. Tamella Aliyeva
Muş Alparslan Üniversitesi – Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı

Beni sizden sorarlarsa dostlarım, “Bir Reyhanî geldi, gitti,” söyleyin. Hayatı çileli, muradı yarım, heder etti, ah, tüketti, söyleyin.

Bir şair ya da bir ozan hakkında yazı yazmak istersen, onun büyük felsefi anlam ifade eden fikri, sözü, kafiyesi, mısrası yerinde olan bir bent bile kifayettir. Âşık Reyhanî’nin yukarıda örnek gösterdiğimiz bir bendi gibi. Birce bu bent, Reyhanî’nin hayatının nesil geçtiğini söylemiyor mu? Ya da birce bu bent, onun ne kadar gülcü bir şair-ozan olduğunu söylemiyor mu? Ya da birce bu bent, onun büyük bir filozof olduğuna işaret etmiyor mu? Ya da Türkçenin inceliğini bildiğini, Türkçeyi bir kuyumcu gibi damla damla alarak güzel bir sanat eseri oluşturduğunu söylemiyor mu? Dünya edebiyatında öyle şairler var ki, bir şiirle ya da dört mısralık bir maniyle adı edebiyat tarihine geçmiştir. XIX. asırda Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde yaşayan Han kızı Ağabeyim Ağa böyle şairlerden biridir.

Kemaller Yurdu Tekirdağ’da bir şiir şölenine katılmıştım. Orada bana “Türkiye Sevdası” adlı bir dergi verdiler. Dergide bir sayfa Âşık Reyhanî’ye ayrılmıştı. Bu sayfada onun üç resmi yer almıştı. Resimlerin ikisi Reyhanî’nin gençlik yıllarında çekilmişti, biri ise ömrünün son yıllarını gösteriyordu. Ben onu, üçüncü resimde olduğu gibi görmüştüm. Eskişehir Şairler Derneği onu Eskişehir’e davet etmişti. Bir gün, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin Necla Özdemir Konferans Salonu’nda onun öğrencilerle görüşeceğini duydum.

Sevinçten uçmaya kanadım olmadı. Görüşü, Türkiye’nin ve Eskişehir’in tanınmış taşlama-hiciv şairi Rasim Köroğlu idare ediyordu. Salonda oturacak yer yoktu. Öğrenciler çömelerek merdivenlerde oturmuştu. O zaman Osmangazi Üniversitesi’nin Rektörü olan Prof. Dr. Nejat Akdeniz Akgün, Reyhanî’nin hasta olduğunu duymuş ve üniversitenin hastanesinde tedavi olacağı haberini Âşık Reyhanî’ye iletmişti. Ozanımız o kadar sevindi ki, canı acısa da o gece öğrenciler karşısında uzun uzun konuştu. Ozan sanatımızın köklerinin çok derinlere gittiğini, bu sanatın Türk kültüründe ne kadar önemli olduğunu söyledi ve şiirlerinden okudu. Onun konuşması ve güzel şiirleri salonda herkesi büyülemişti; zamanın nasıl geçtiğini duymadık. Kimse salonu terk etmek istemiyordu. O sahneden indi, canı acısa da, gözlerinin derinliğinde sızılar duyulsa da, o güzel gözlerinden, nurlu yüzünden ışıklar görünüyordu. Onun yüzündeki nura baktım ve dedim: “Bu sadece insanın nuru değil, Tanrı vergisinin, becerinin nurudur. Herkes bu nuru görmekte şanslı değil.” Güle güle ayrıldı bizden. “Yine görüşeceğiz,” dedi ve gitti. Bir gün kısa bir süre sonra Eskişehir şairleriyle birlikte Rasim Köroğlu’nun evinde onu ziyaret ettik. Yine halı yoktu, acıları, sızıları gözlerinden okunuyordu ama kendisini tok tutuyor, derdini içinde saklıyordu. Derdini yalnızca çekmek istiyordu, sevdiklerine dert vermek istemiyordu. Bir şair demiş ki:

“Senin kederini alıp çok paha,
Sevinci bedava vermek isterim.”

Üstat Reyhanî de derdini dostlarına, bizlere vermek istemiyordu; derdini yalnızca çekmek istiyordu. Bütün varlığı acılarla sızlayan bedeninden, yüzüne tebessüm yayılıyordu. Bize zorla da olsa gülücükler sunuyordu. Ama ben, bu gülücüklerin ona nasıl da zorla geldiğini anlıyordum, öylece benimle onun ziyaretine gidenler de anlıyordu. Çok iyi anlıyordum, ziyaretçi şairlerin çoğu gözyaşlarını içine döküyordu, öylece ben de o durumda idim. Yolun yakın olduğunu hissediyordum. Sessiz geminin sesi kulağıma geliyordu:

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”

Meçhule giden gemi, benim Üstadım Reyhanî’ni bekliyordu. Hayat ve ölüm; yalan dünya hakkında felsefi şiirler yazan üstat, artık bu geminin çok yakında olduğunu biliyordu. Bilmeseydi, aşağıdaki mısraları yazmazdı:

“Aldı kırık sazı, kapıdan çıktı,
Ağlar gözlerle gülerek baktı.
Dağın ufkunda bir akşam vakti,
Güneşle beraber battı, söyleyin.”

Üstadım, sen güneşle batmadın. Batsaydın, bugün bizler seni hatırlamazdık. Sen ebedi güneş ömrü yaşamak için gittin. Sen de güneş gibi her gün yanımızdasın; saf maneviyatınla, güzel şiirlerinle.

“Türkiye Sevdası” dergisinde dört şiirin basıldığını gördüm. Ama ben çok iyi biliyorum ki, senin yüzlerle, binlerle böyle güzel şiirlerin var. Bunlar senin geniş yaratıcılığından sadece küçük seçmelerdir. Şiirlerin isimleri böyledir: “Bahar Gelsin”, “Söyleyin”, “Bir Gelin”, “Bir Gün”. Şiirlerin içi acıyla, hasretle doludur. Sadece “Bahar Gelsin” şiirinde bu acıyı görmedik, ama o şiirde de sanki gizli bir niskil var. Bu niskil de Erzurum’un güllü-çiçekli yamaçlarından, başı karlı dağlarından, geyikli ormanlarından ayrılıp Bursa’ya yerleşmenin bir niskilidir bu. Zaten şiirin birinci bendinde bu niskili görmek mümkündür:

“Bahar gelsin şu dağlara gideyim,
Belki derdimize çare bir çiçek.
Toplayıp devrişip harman edeyim,
Açılan yaramı sarar bir çiçek.”

Üstat ne güzel söylemiş: “Belki derdimize çare bir çiçek.” Şair, açılan yarasını sarmayı da çiçekten istiyor. Doğa, insanın en iyi dostu, arkadaşıdır. Doğa insana temennasız yardım eder. Şair de her anlamda derdinin dermanını, ilacını doğadan bekliyor. Bu şiire sadece bir şiir demek az olur. Ne yoktur bu şiirde? Güzel Türkçemizin inci gibi değerli sözleri var. Söz ressamı Reyhanî ustalığı burada. Sözlerden doğanın resmini çekmiş:

“Çünkü o da bir çiçeğin delisi,
Kelebektir böceklerin alisi.
Yeşil yamaç tabiatın halısı,
Nakış dökmüş ara ara bir çiçek.”

Şair yeşil yamaca tabiatın halısı der, ama aslında kendisi güzel sözlerden nakış nakış halı dokumakla doğadan geri kalmıyor. Şair de bir çiçeğin delisidir ama bu çiçek doğada bitmiyor; o canlıdır, sadece doğadaki çiçekle güzellik yarışına giriyor. Şair doğada güzel şeyler görüyor. “Nakış dökmüş ara ara bir çiçek.” Bunu sadece doğanın koynunda büyüyen, doğadan ilham alan ince kalpli şair Reyhanî görür ve şiirine getirir. Doğada aynı renkli çiçekler bir ortamda toplaşır; bazen birkaçı ayrılıp doğaya serpelenir. Sarı, pembe, mor, al kırmızı çiçekler hem bir arada hem de ayrı ayrı olduklarında nakışlı halıyı oluştururlar. Bu da doğanın halısıdır, diyor şair. Reyhanî o kadar nezaketlidir ki, çiçeği koparmaya kıyamıyor. Doğaya yalvarır ki, “Bana da bir çiçek ver, nazlı yara götüreyim.” Bu ifade bir priyom, üsluptur; bunu her şair beceremez. Şair doğayı da, sevgilisini de seviyor. Ne doğayı ne de kızı incitmek istemiyor. Ama sevgilisini sevindirecek, nasıl sevindirecek? Ona bir çiçek hediye etmekle. Ama Doğa Annenin güzel kızı çiçeği annesinden ayırmak, hayatını yarıda kesmek istemiyor. Doğa Annenin tek bir muradı var: “Yara götürmek için bana bir çiçek verebilir misin?”

Üstadımız Reyhanî’nin “Bir Gelin” şiirini kimse gözyaşı dökmeden okursa, ben onun göğsünde kalp olduğuna şüphem olur. Onun göğsünde kalp değil, taş var, taş. Bu şiir sadece bir gelinin acıları değil, bir ülkenin, bir halkının acılarıdır. Bu şiirde sosyal ve siyasi dertlerimiz de vardır. Düşünürüz: Yeraltı ve yerüstü servetler bizde, düşünen kafalar bizde, çalışan gücü kollar, tüncü bilekler bizde. Neden Almanya’ya bu kadar akın ettik? Eğer gidip çalışıp geri dönseydik, dert yarı olurdu. Ama aileler, gün yüzlü gelinler, her akşam “Babam ne zaman gelecek?” deyip gözyaşıyla yatağa giren, rüyalarında babalarını görüp sevinen çocuklar perişan oldular. Biz onları tarihin hangi sayfasına yazacağız? Hayata bir defa gelip koca nevazişi görmeyen, çocuklarını ne zulümle büyüten, kendisi aç kalıp yemeğini çocukları arasında paylaşan bu kısa sürede beyaz saçlı nineye benzer gelinlerin ahını kim çekecek? Bak, deha şairimiz bunları bir şiir değil, bir ağıt olarak mısralara diziyor. Sadece mısralarımı diziyor? Eğer bunları bir mangurt gibi dizseydi, kendi ömrü bu kadar kısalmazdı. Şiirinde bu büyük derti anlatan şair, bu derdi kalbine döktü ve bir gün bu dertle ihtiyar olmadan dünyaya “elveda” dedi:

Elleri koynunda pınar başında,
Almanya’ya doğru bakar bir gelin.
Yedi çocuğu var, dördü peşinde,
Feleğe dişini çıkar bir gelin.

Demin sosyal ve siyasi konulu şiir dedim. Bakın, 1960’larda (tarihi yanlış söylemiş olabilirim) Almanya, Türkiye’den işçi gücü çağırdı, iktisadiyatını düzene soktu, bugün gidenlerin karşısını kesiyor, artık onlara lazım değiliz. Ama onun aksine hâlâ bizde asgari ücretle çalışan, gece-gündüz tarhana çorbası, simitle idare edenler var. Bak, insanı çileden çıkaran budur. Şair kalbi buna tepki gösteriyor. Tabii ki, hayır. Bu şiirin içinde de ressam-şair Reyhanî var. Bir gelin canlandırır gözümüzün karşısında. Zevk ve eğlencenin ne olduğunu çoktan unutmuş bu gelin. Yirmi beş yaşı olsa da, beli çoktan bükülmüş. Kocasından hatıra olarak aldığı mendili gözyaşıyla yıkıyor. Siz bir dikkat eder misiniz: Gözyaşını mendille silmiyor, mendili gözyaşıyla yıkıyor. Bu ifade de derdin büyüklüğünü gösteriyor. Dünya edebiyatında böyle bir ifadeye rastladınız mı? Şairin kalemiyle Türkçenin kudretini, güzelliğini gördünüz mü? Kocasının haberini yıldızlardan sorar bu gelin. Onun derdi derine düşmüş. Ne demek? O demek ki, Almanya’dan gelen olmayacak. Yani, “Kerim’in kuyusu derindir.” Belindeki kemerini de borcun yerine vermiş. Vermeseydi, çocuklar acından ölecekti. Ama acından ölmek korkusu bu gelindedir. O kadar aç kalmış ki, zayıflıktan eteği belinden düşer, beklenini iplikle çekmiştir. Bu gelin artık ne yapacağını bilemiyor, hiçbir şeyin farkında değil. Siz bu ifadenin felsefi derinliğine dikkat eder misiniz? “Kitap okur” anlamından habersiz. Başına gelen felaketlerin neden kaynaklandığını bilmiyor bu gelin. Karşıda ne olacak, bunu da bilmiyor. O kadar şaşkın olmuş ki, “Dikeceği yerde söker bir gelin” diyor şair ve çok anlamlı olduğunu belirtiyor.

Şiirin sonuna doğru şair, sesini “Bir Gelin”in sesine katarak kanunları bozmak istiyor:
Gücü yetse kanunları bozarmış,
Kazma alıp toprakları kazarmış.
Küçük oğlu babasına benzermiş,
Umutla yüzüne bakar bir gelin.

Reyhanî’nin “Bir Gün” şiiri baştan sona felsefe ve mecazlarla doludur. Her mısranın altında büyük fikirler saklıdır. Şiirde, bugünkü dertlerimiz, insanların yalancı, fani dünyadan beş elle yapışmaları, egoizm vardır. Aynı zamanda şair insanlara nasihat veriyor. Bu zaman Reyhanî’nin Yunus’tan, Mevlânâ’dan esinlendiğini görüyoruz. Şair, dünyayı beş elle tutanlara şöyle der:
Deryalar yanmaz diyenler,
Denizler de yanar bir gün.
Nehir içip doymayanlar,
Damla içen kanar bir gün.

Şair aşağıdaki mısrada bir kurşunla iki tavşan vuruyor: Hem insanlara yardım etmenin faydalı olduğunu, hem de geleceğe umutla bakmanın önemini söylüyor:
Kesilmez Mevla’dan umut,
Bir mürşidin elini tut,
Gelen rüzgar gider bulut,
Elbet yağmur diner bir gün.

Yunus Emre şiirinin kokusu geldi onun bu mısralarından:
Gel Reyhanî, hayal kurma,
Yolu bilmeyene sorma.
Kendini yüksekte görme,
Gökler yere iner bir gün.

Şairin “Söyleyin” şiirini okurken gözyaşlarım Nisan yağmuruna döndü. Bana öyle geldi ki, şair sanki mezarının yanında oturarak kendi mezarına bakarak bu şiiri yazmış. Bu şiir gözyaşından, niskilden, hasretten, çektiği acılardan bağlanmış bir kam defteridir. Deftere elini vurmak bile korkutuyor. Sanki eline alsan defterin içindeki der, kam elini alıştırıp yandıracak. Ben elime aldım bu defteri, elimi yaksam da, yandırsa da, bu dertler elimi yandırarak kalbime geçti, oradan gözyaşına dönüp gözlerime doldu. Aktıkça aktı, aktı… Onun gözyaşlarının yanında benimki nedir ki:

Âşık Reyhanî’ymiş kıldı ah ü zar,
Dolaştı âlemi diyar be diyar.
Parça parça etmiş bu deli rüzgâr,
Yaşı yağmur göz buluttu söyleyin.

Ölüm ayağında bile şair, doğduğu Erzurum’u, Avlar köyünü özlüyor, hep o toprağı görmek arzusu ile alışıp yanıyor. Şair kalbi hassastır, artık geminin demir almak zamanının geldiğini biliyor; gemi onu acele götürmeye çalışsa da, şairin yönü sılaya – Erzurum’a’dır:
Bir duvara yaslamıştı yanını,
Sılasına çevirmişti yönünü.
Gurbet elde hasret yaktı canını,
Sitem vurdu dert çürüttü söyleyin.

Bu parçada dünya şairlerinin çok kullandığı “vatan hasreti” teması vardır, örneğin, “yüzü sılaya çevirmek”, “gurbet elde hasretin can yakması” gibi. Ancak “Vatan derdi can çürüttü” ifadesi halkımızın sözlü edebiyatından gelen derin anlamlı bir mecazdır.

Son olarak: Bir gün, günlü-güneşli bir Temmuz günü, kadim Başkentimiz Bursa’da, Yıldırım Belediye Başkanı Dr. Özgen Keskin Beyefendi’nin teşebbüsü ile Âşıklar Şöleni düzenlenirdi. O şölende yer boş kalmıştı, Üstat. Ruhunu sevindirmek için başta Özgen Keskin Bey olmak üzere mezarını ziyaret ettik. Daha doğrusu, Aşıklar Şöleni’nin açılışı senin mezarın başında oldu. Herkes senden, Türk kültürüne armağan ettiğin değerli eserlerinden konuştu. Mezarına baktım. Sonsuz arzuları ile dünyaya sığmayan Reyhanî, bu küçük mezara nasıl sığmıştı? Şiirleriyle dünyayı kucaklayan Reyhanî, neden aşık dostlarının karşısına çıkamıyordu? Ama ben biliyordum ki, mezarda onun kuru cismi var, o yine şair-ozan dostlarının yanındadır. Ben onun sesini duydum: Ben ölmedim, sadece dünya değiştirdim. Fani, yalan dünyadan ebedi dünyaya göçtüm. Şiirlerimi sizlere emanet ettim. Siz onları okudukça yanınızda olacağım. Ben ölmedim. Ne kadar ki, Türk milleti yaşıyor, onun kültürü de yaşayacak. Onun kültürüne ölmez eserler veren Âşık Reyhanî de yaşayacak.

Yazar tamellaaliyeva

Diğer Yazımız

SOSYOEKONOMİK FAKTÖRLER VE EĞİTİM: FIRSAT EŞİTLİĞİ MÜMKÜN MÜ?

Fatmanur Subaşı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, İktisat, Yüksek Lisans Giriş Eğitim, bireylerin toplumsal hayata katılımını …