
Erdem Yılmaz
POLSAM Kırgızistan Koordinatörü
Çok bileşenli toplumlar, etnik, dilsel, dini ve kültürel çeşitliliğin yoğun olduğu ve bu çeşitliliğin toplumsal yapıyı derinlemesine şekillendirdiği toplumlardır. Bu toplumlarda iktidarın meşruiyeti, sadece hukuki ve siyasi geçerlilikle değil, aynı zamanda toplumun farklı segmentlerinin kabulü ve desteğiyle sağlanır. Meşruiyetin temelleri, bu farklı segmentlerin kendilerini ifade etme ve eşit bir şekilde temsil edilme hakkını tanımaya dayalıdır. Ancak çok bileşenli toplumlarda, toplumsal ve siyasi yapılar arasındaki uyumsuzluklar, meşruiyetin oluşumunu güçleştirirken, iktidarın yıkılmasına da zemin hazırlayabilir.
Bu çalışmanın amacı, çok bileşenli toplumlarda iktidarın meşruiyetinin temellerini, bu meşruiyetin nasıl oluştuğunu ve aynı zamanda nasıl çözülebileceğini incelemektir. Meşruiyetin oluşumu ve yıkılması, çok bileşenli toplumların politik yapısındaki temel gerilimlerin ve toplumsal bölünmelerin doğrudan bir sonucudur. Bu bağlamda, toplumdaki etnik, kültürel ve sosyal bölünmelerin, siyasi meşruiyetin inşasına ve sürdürülmesine nasıl etki ettiğini anlamak, demokratik süreçlerin başarısı ve sürdürülebilirliği açısından kritik öneme sahiptir.
Demokratikleşme süreci, çok bileşenli toplumlar için son derece karmaşık ve çok boyutlu bir mesele olup, özellikle Sovyetler Birliği’nin mirasçıları olan devletler için belirgin bir zorluk arz etmektedir. Sovyet sonrası toplumlar, tarihsel olarak devletleşme süreçlerinde derin toplumsal bölünmelere sahip olmuştur. Bu bölünmeler, farklı etnik, dilsel, dini ve kültürel grupların bir arada yaşadığı, ancak bu grupların birbirleriyle yeterince entegre olamadığı toplum yapıları ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda, çok bileşenli toplumlarda demokrasinin yerleşmesi, sadece siyasi yapılarla ilgili değil, aynı zamanda toplumsal yapının da derinlemesine dönüşümünü gerektiren bir süreçtir.
Sovyet sonrası dönemde çok bileşenli toplumlarda, meşruiyetin oluşumu ve bunun politik süreçler üzerindeki etkilerinin incelenmesi bu bağlamda önemlidir. Toplumsal bölünmelerin siyasi yapıyı nasıl şekillendirdiği ve bu yapının meşruiyet krizleri ile nasıl başa çıktığı, demokratikleşme sürecinin karşılaştığı en büyük engeller arasında yer almaktadır. Bu noktada, meşruiyetin pekiştirilmesi için kullanılan yöntemler ve bu yöntemlerin neden başarısız olduğu, bölünmüş bir toplumda demokrasinin sürdürülebilirliği açısından kritik bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Makale, bu süreçte kullanılan meşruiyet stratejilerinin ve bunların zorluklarının derinlemesine bir incelemesini sunmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, bu çalışmada, meşruiyetin güçlendirilmesi için önerilen farklı modellerin toplumsal bölünmelerin etkisiyle nasıl etkileşime girdiği ve bu modellerin demokrasiyi sağlamada ne gibi avantajlar ve dezavantajlar sunduğu ele alınacaktır. Bu çerçevede, toplumların heterojen yapılarında demokrasinin uygulanabilirliğine dair daha geniş teorik çıkarımlar yapmayı hedeflemektedir.
Sorun
İktidarın meşruiyetinin oluşumu ve temelleri sorunu, politika teorisinde ve siyasi süreçte en karmaşık meselelerden biridir. Genel olarak meşruiyetin güçlendirilmesi, özellikle belirli politik kurumlar ve aktörler için, Batılı demokrasiler için olduğu kadar, bağımsızlıklarını yeni kazanan devletler için de son derece önemli bir görevdir; özellikle geçmişte kendi devletlilikleri olmayan ülkeler için daha da önemlidir. Bu bağlamda, toplumsal değerler temelinde vatandaşların konsolidasyonunun gerçekleşmediği, bu durumun meşruiyet krizlerine yol açtığı eski Sovyet Cumhuriyetlerinin deneyimi son derece ilginçtir. Bazı devletlerde, toplumun kültürel ve değersel bölünmesinin yanı sıra, buna eklenen sosyal, etnopolitik, bölgesel-klan ve dilsel bölünmeler de bu durumu pekiştirmiştir. Sovyet sonrası alanda, böyle bölünmüş bir toplumun en belirgin örneği, toplumsal bir konsolidasyonun ne milliyetçilik ne de demokrasi değerleri temelinde gerçekleşmediği, ayrıca Cumhurbaşkanının kişisel meşruiyetine de dayanmayan Kırgızistan’dır. Özellikle, Kırgızistan örneği, çok bileşenli toplumlarda demokrasinin mümkün olup olmadığına dair uzun süreli tartışmaları bir dereceye kadar güncel hale getirmiş ve her iki tarafa da yeni argümanlar sunmuştur.
Temel Düşünceler
A. Lijphart’ın[1] ünlü teorisinin temel varsayımı, son derece homojen olmayan (heterojen) bir siyasi kültüre sahip toplumların demokrasiye uygun olmadığı yönündeki şüphedir. Lijphart, böyle bir toplumun kendi demokrasi modelini bulabileceğini ve toplumsal demokrasinin, hatta bir dizi eksikliklere sahip olsa da, alternatifinin çoğu zaman daha “iyi” bir demokrasi değil, en iyi ihtimalle otoriter bir rejim, en kötü ihtimalle ise iç savaş ve/veya ülkenin dağılması olduğunu göstermiştir. Bu tür bir toplumda, aşırı heterojenliği ve toplumun bir segmentinin sayısının diğerlerinin ya da hepsinin toplamından daha fazla olması nedeniyle, çoğunluk ilkesinin, klasik demokrasinin temel ilkesi olarak uygulanması, uzun süreli bir krize yol açabilir.
Toplumsal (konkordans) modelinin temel ilkeleri şunlardır:
- “Büyük koalisyon”: Çok bileşenli toplumun tüm segmentlerinin birleşmesi; parlamenter yönetim biçiminde koalisyon hükümeti veya başkanlık sisteminde başkanın yanında büyük bir konsey.
- Tüm toplum segmentlerinin tüm devlet organlarında orantılı temsili: Temsil, ya segmentlerin nüfuslarına orantılı şekilde saf orantılı bir temsil biçiminde ya da küçük segmentlerin fazla temsili sağlanarak yapılır; ya da tüm segmentlerin eşit temsili sağlanarak pariteye dayalı temsil uygulanır.
- Segmentlerin karşılıklı veto hakkı: En önemli kararlar alınırken, her segmentin haklarının ihlal edilmemesi için karşılıklı veto hakkı garanti edilir.
- Segmentlerin özerkliği: Belirli konularda karar verme yetkisi doğrudan segmentlere verilmiş olabilir; bu ilkenin somut bir uygulama biçimi olarak federalizm (hem bölgesel hem de bölgesel olmayan) örnek verilebilir.
Lijphart’ın bu modeldeki eksiklikler hakkında yaptığı açıklamalar şunlardır: İlk olarak, bu tür bir sistemin “demokratik olmayan” görünümü ve ikincisi, düşük stabilite ve verimlilik seviyesidir. İlk türden eksiklikler arasında; vatandaşların eşit temsili ilkesinden sapma (“bir kişi, bir oy”), segmentlerin kolektif haklarının, vatandaşların bireysel hakları pahasına tanınması, etnik, dini ve diğer kimliklere dayalı siyasi yapılaşmanın, farklı segmentlerin siyasi işbirliği yerine teşvik edilmesi yer alır. İkinci türden eksiklikler arasında ise; veto hakkının varlığı ve pozisyonların uzlaştırılması için karmaşık bir mekanizmanın, siyasi karar alma verimliliğine tehdit oluşturması, karar alma sürecinde esneklik kaybı, ayrıca görevlere seçilme sürecinde kişisel niteliklerin yerine grup aidiyetinin ön planda olması sayılabilir.
Kısaca ve genelleştirilmiş biçimde, toplumsal demokrasiyi savunanlar ve karşıtlarının görüşleri şu şekilde özetlenebilir: Savunucular, bu modelin toplumsal bölünmeleri siyasi sistemin kurumlarına entegre etmesine yol açabileceğini, karşıtlar ise bölünmeleri güncel hale getirerek, modelin iç savaş olmasa bile en azından devletin fiili olarak barışçıl şekilde parçalanmasına yol açacağını düşünmektedir.
Görüldüğü gibi, çok bileşenli toplumlarda demokrasi meselesi karmaşık ve çok boyutlu bir sorundur; sadece teorik (metodolojik) değil, aynı zamanda pratik-politik bir sorundur. Bu durum, hukuk kültürü ve kurumsal demokratik uzlaşma geleneklerinin bulunmadığı, Batılı olmayan toplumlar için daha da karmaşık hale gelir; ayrıca bir siyasi rejimden diğerine geçişin zorlukları çerçevesinde, tüm siyasi sistemin ciddi krizlerle karşı karşıya kalması da bu sorunu derinleştirir. Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olan birçok devlet söz konusu olduğunda, geçişin yalnızca bölünmüş ve nispeten zayıf modernleşmiş toplumlarda yapılmakla kalmadığı, aynı zamanda özgül bir “başlangıç noktası” olan Sovyet rejiminden (yani özgül bir post-totaliterizm türünden) yapıldığı görülmektedir.
Bu koşulların birleşimi, Sovyet sonrası çok bileşenli toplumlarda demokratikleşme sürecine, diğer geçiş ve/veya bölünmüş toplumlarda bulunmayan özellikler kazandırmaktadır. Bu bağlamda, hangi tür meşruiyetin ve hangi meşruiyet mekanizmalarının bu toplumlarda “işleyeceğini” ve hangilerinin onların yıkımına yol açacağını anlamak son derece önemlidir. Bunun için, belirli bir Sovyet sonrası toplumdaki toplumsal bölünmelerin özgüllüğünü, siyasi elitlerin kendi egemenliklerini meşrulaştırmak amacıyla kullandıkları yöntemleri ve mekanizmaları, bu yöntemlerin ve mekanizmaların istikrarsızlık ve kriz sebeplerini analiz etmek gereklidir. Ardından, farklı siyasi senaryoların uygulanması durumunda, siyasi sistemin evrim yönelimlerini belirli bir olasılıkla tahmin etmek mümkün olacaktır.
Arend Lijphart’ın “topluluk demokrasisi” teorisi, heterojen yapıya sahip, farklı etnik, dini ve kültürel grupların bir arada yaşadığı toplumlar için demokratik yönetimin sürdürülebilirliğini inceleyen önemli bir yaklaşımdır. Lijphart, bu tür toplumlarda klasik çoğunluk demokrasisinin uygulanmasının uzun vadeli krizlere yol açabileceğini savunur. Çünkü çoğunluk demokrasisinin temel ilkesi olan “çoğunluğun kararı” prensibi, azınlık grupların dışlanmasına ve bu gruplar arasında derin bir güvensizliğe neden olabilir. Bu bağlamda Lijphart, çok bileşenli toplumlarda barışçıl bir demokrasinin sağlanması için topluluk demokrasisi modelini önermiştir.[2]
Topluluk demokrasisinin temel ilkesi, toplumun tüm kesimlerinin siyasi sistemde temsil edilmesini sağlayarak çoğulculuğu kurumsallaştırmaktır. Lijphart’a göre, bu model dört ana unsuru içerir: büyük koalisyonlar, orantılı temsil, karşılıklı veto hakkı ve kesim özerkliği. Büyük koalisyonlar, farklı grupların siyasi karar alma mekanizmalarına dahil edilmesini ve geniş bir toplumsal temsilin sağlanmasını hedefler. Orantılı temsil, her grubun büyüklüğüne göre siyasi sistemde yer bulmasını garanti ederken, karşılıklı veto hakkı, her grubun temel çıkarlarını koruma güvencesi sunar. Kesim özerkliği ise, belirli konularda karar alma yetkisinin yerel veya toplumsal düzeyde farklı gruplara bırakılmasını ifade eder.
Lijphart’ın teorisi, heterojen toplumlar için demokratik bir yönetim modeli sunarken, bu modelin bazı zorluklarını da kabul eder. Topluluk demokrasisi, klasik demokrasiden farklı olarak bireysel temsilden ziyade kolektif temsile dayanır. Bu durum, vatandaşların bireysel hakları yerine toplumsal grupların kolektif haklarının öncelenmesine yol açabilir. Ayrıca, karşılıklı veto hakkı gibi mekanizmalar, karar alma süreçlerinin yavaşlamasına ve siyasi sistemin verimliliğinin azalmasına neden olabilir. Ancak Lijphart’a göre, bu tür eksiklikler, toplumsal barışı korumanın gerekliliği karşısında tolere edilebilir.
Topluluk demokrasisi modelinin pratikte nasıl işlediğini anlamak için farklı yazarların görüşlerine ve çeşitli örneklere bakmak faydalı olacaktır. Örneğin, Belçika ve İsviçre, Lijphart’ın modeline uygun başarılı uygulamalardır. Belçika, dilsel ve etnik açıdan iki ana gruba ayrılmıştır: Flamanca konuşanlar ve Fransızca konuşanlar. Bu bölünmeyi yönetebilmek için federal bir sistem benimsenmiş, her iki grup arasında geniş bir siyasi uzlaşma sağlanmıştır. Federal hükümet, her iki grubun da temsilini garanti eden bir yapıya sahiptir. Ayrıca, kritik kararlar alınırken her grubun karşılıklı veto hakkı bulunmaktadır. Bu mekanizmalar, Belçika’nın etnik ve dilsel bölünmelerine rağmen siyasi istikrarını büyük ölçüde korumasını sağlamıştır.
İsviçre de topluluk demokrasisi modeline uygun bir örnek olarak değerlendirilebilir. İsviçre, farklı dil gruplarını (Almanca, Fransızca, İtalyanca vb.) ve dini toplulukları barındıran bir ülkedir. İsviçre’nin federal yapısı, her kantona kendi yerel yönetimlerini oluşturma yetkisi verir. Aynı zamanda, federal hükümet, farklı grupların temsiline önem verir ve geniş bir koalisyonla yönetilir. İsviçre’nin referandum temelli doğrudan demokrasi mekanizması, toplumsal katılımı artırarak farklı kesimlerin kendilerini temsil edilmiş hissetmesini sağlar.[3]
Lijphart’ın teorisi üzerinde çalışan diğer yazarlar da topluluk demokrasisi modelinin avantajlarını ve sınırlamalarını tartışmıştır. Örneğin, Donald Horowitz, Lijphart’ın modelini eleştirerek, topluluk demokrasisinin azınlık haklarını korumakla birlikte toplumsal bölünmeleri derinleştirme riskini taşıdığını savunur. Horowitz’e göre, bu model, etnik veya dini grupların siyasi kimliklerini pekiştirebilir ve ortak bir ulusal kimlik inşasını zorlaştırabilir. Bunun yerine, Horowitz, “etnik uyum” temelli daha esnek bir modelin uygulanmasını önerir.
John McGarry ve Brendan O’Leary ise Lijphart’ın topluluk demokrasisi modelinin özellikle çatışma sonrası toplumlarda uygulanabilirliğini savunur. Kuzey İrlanda örneğini inceleyen McGarry ve O’Leary, topluluk demokrasisinin taraflar arasında barışçıl bir uzlaşma sağlayabileceğini vurgular. Kuzey İrlanda’daki Good Friday Anlaşması, bu bağlamda bir topluluk demokrasisi uygulaması olarak değerlendirilebilir. Anlaşma, Protestan ve Katolik topluluklar arasında siyasi temsil ve güç paylaşımı mekanizmalarını içermiştir. Ancak bu modelin sürdürülebilirliği, tarafların uzlaşma kültürünü benimsemesine bağlıdır.[4]
Lijphart’ın topluluk demokrasisi teorisi, çok bileşenli toplumlarda demokrasi uygulamalarına dair önemli bir yol haritası sunar. Model, etnik, dilsel ve dini farklılıkların bir çatışma unsuru olmaktan çıkarılıp siyasi sistem içinde kurumsallaştırılmasını hedefler. Ancak bu modelin başarıyla uygulanabilmesi, siyasi aktörlerin ve toplumsal grupların uzlaşmaya yatkınlığına, demokratik kurumların işlevselliğine ve halkın bu sisteme duyduğu güvene bağlıdır. Belçika ve İsviçre gibi başarılı örnekler, bu modelin potansiyelini gösterirken, Kuzey İrlanda gibi çatışma sonrası toplumlar, modelin barış inşasındaki rolünü ortaya koymaktadır. Lijphart’ın teorisi, hem demokratik teoriye hem de pratik uygulamalara değerli bir katkı sunmakta, ancak her topluma uygun tek bir çözümün olmadığını da göstermektedir.
Örneklendirme
Çok bileşenli toplumlarda meşruiyetin temelleri, yalnızca farklı etnik, dini, kültürel veya dilsel grupların varlığıyla değil, aynı zamanda bu grupların ortak bir toplum düzeni içinde bir arada var olabilmesi için gerekli olan adil yönetim ilkeleriyle de doğrudan ilişkilidir. Meşruiyet, devletin halk tarafından kabul edilmesi ve yönetiminin meşru sayılması sürecini tanımlar. Bu süreç, toplumun çeşitliliğini göz önünde bulundurarak adil ve kapsayıcı politikaların uygulanmasını gerektirir. Bu tür toplumlarda, devletin yönetim biçimi ve meşruiyeti, toplumun farklı kesimlerinin eşit haklar ve fırsatlar sağlandığına inandığı bir yapıya dayanmalıdır.
Örneğin, Belçika‘daki durum, dilsel ve etnik çeşitliliğin yönetilmesi açısından önemli bir örnektir. Ülkede, Flamanlar (Flemenkçe konuşanlar) ve Valonlar (Fransızca konuşanlar) arasındaki dilsel ve kültürel farklar, uzun süreli siyasi ve toplumsal gerilimlere yol açmıştır. Bu gerilimlerin üstesinden gelmek ve tüm vatandaşların devlet yönetimi tarafından eşit şekilde temsil edilmesini sağlamak amacıyla Belçika, federal bir yapıya bürünmüştür. Bu yapıda, farklı dil gruplarına yönelik ayrılmış özerk bölgeler ve ayrı hükümetler bulunur, böylece her bir grup kendi kimliğini koruyarak devletin bir parçası olabilir. Bu durum, devletin meşruiyetinin temellerini oluşturan, her bir grubun siyasi temsili ve kendi iç işlerini yönetme hakları ile sağlamlaşır. Belçika’da meşruiyet, merkezi yönetimin tüm grupların haklarını gözetmesiyle elde edilmiştir.[5]
Endonezya, çok bileşenli toplumlarda meşruiyetin sağlanması sürecine dair bir başka örnektir. Endonezya, dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna sahip ülkesi olmasının yanı sıra, çok sayıda etnik grup ve dini inançla da zenginleşmiş bir toplumdur. Ülkede, etnik ve dini farklılıkların yarattığı bölünmeleri aşabilmek için “Pancasila” adı verilen ideoloji temel alınır. Pancasila, tüm Endonezya vatandaşları için ortak değerler oluşturur ve farklı grupların bir arada yaşamalarını sağlayan bir kimlik yaratır. Endonezya’nın devlet yapısı, federalizm yerine bir merkezileşmiş yönetim biçimi benimsemiş olsa da, yerel yönetimlere belirli derecelerde özerklik verilerek, farklı etnik ve dini grupların hakları korunur. Bu özerklik ve kültürel çeşitlilik anlayışı, Endonezya’nın meşruiyetini sağlamak için kritik bir unsur olmuştur. Endonezya’nın devletinin meşruiyeti, sadece çoğunluğun değil, azınlıkların da haklarının gözetildiği, kapsayıcı bir yönetişim anlayışına dayanır.[6]
Hindistan, çok bileşenli bir toplumun meşruiyetini nasıl sürdürebileceğine dair güçlü bir örnek sunar. Hindistan, dünyanın en büyük demokrasisi olarak bilinir ve 1.4 milyardan fazla nüfusu, farklı dinlere, dillere, etnik kimliklere ve kültürlere ev sahipliği yapmaktadır. Hindistan’daki meşruiyet, temel olarak Anayasa’ya dayanmaktadır; Anayasa, tüm vatandaşları eşit kabul eder ve azınlık haklarını güvence altına alır. Ayrıca, Hindistan’da seküler bir devlet anlayışı benimsenmiştir, yani devlet, dinler arasında tarafsızdır. Hindistan’da federal bir yapı bulunur ve eyaletlere belirli derecelerde özerklik verilir. Ancak, Hindistan’da toplumsal yapının parçalanmışlıkları ve azınlık grupların zaman zaman maruz kaldığı ayrımcılıklar, meşruiyetin sürekli bir sınavdan geçmesini gerektirir. Özellikle Hindistan’da, çoğunluğun Hindu olması, bazı zamanlarda diğer dini gruplar için eşitlik ve adalet anlayışının zedelenmesine yol açabilir. Bu durumda, Hindistan’ın meşruiyeti, yalnızca anayasal eşitlik ilkelerine dayalı değil, aynı zamanda halkın, devletin adil ve eşit davrandığına dair güvenini sürdürebilmesine bağlıdır.[7]
Kanada da benzer şekilde çok kültürlü bir toplumdur. Kanada’nın etnik yapısı oldukça çeşitlidir ve devlet, bu çeşitliliği sosyal uyum için bir fırsat olarak görmektedir. Kanada’nın meşruiyeti, çok kültürlülük politikasına dayanmaktadır. Ülkede, farklı etnik ve kültürel gruplar için eşit haklar sağlanmış ve toplumsal bütünlük içinde farklılıkların kutlanması teşvik edilmiştir. Kanada Anayasası, azınlık haklarını korur ve toplumsal katılımı teşvik eder. Kanadalılar, etnik ya da kültürel kimliklerini sürdürürken, aynı zamanda Kanada’nın ortak değerleri etrafında birleşirler. Kanada’nın meşruiyetinin temeli, devletin farklı kimliklerin bir arada varlık gösterdiği, eşit haklara dayalı ve kapsayıcı bir toplum düzeni kurmasıdır.[8]
Kenya ise, etnik çeşitliliğin ve gruplar arasındaki güç paylaşımının önem kazandığı bir başka örnektir. Kenya’daki farklı etnik gruplar arasında dengeyi sağlamak amacıyla, seçimlerde etnik temsili garanti altına almak için belirli düzenlemeler yapılır. Devletin meşruiyeti, bu grupların temsilinin adil bir şekilde yapıldığı bir siyasi sistemle temellenir.[9]
Singapur’da, Çinli, Malay ve Hintli gibi farklı etnik gruplar bir arada yaşar. Singapur hükümeti, bu gruplar arasındaki uyumu ve eşitliği teşvik etmek için politikalar geliştirir. Etnik grupların sosyal, kültürel ve dini farklılıkları kutlanır ve hükümetin adil yönetimi, toplumda birliği sağlar. Bu, devletin meşruiyetini sağlayan unsurlardan biridir.[10]
Bosna-Hersek örneğinde ise, ülkenin farklı etnik grupları (Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar) arasında bir denge kurma çabası, meşruiyetin temelini oluşturur. Bosna-Hersek’in siyasi yapısı, her grubun eşit temsil hakkı ve özerkliği üzerinden şekillenir. Anayasa, bu çeşitliliği yönetebilmek için güç paylaşımına dayalı bir sistem öngörür. Bu yapı, devletin meşruiyetini, farklı grupların siyasi ve kültürel haklarını gözetecek şekilde pekiştirir.[11]
Sonuç
Sonuç olarak, çok bileşenli toplumlarda eşitlik ve dil serbestliği gibi hakların tanınması, ulus devlet kavramıyla çelişmektedir ve bu durum toplumsal huzursuzluklara yol açabilir. Ulus devlet anlayışı, tek bir dil ve kültür etrafında birleşmiş homojen bir toplumu savunur. Çeşitli etnik, dini veya dilsel grupların ayrıcalıklı haklar talep etmesi, devletin birliğini zedeleyebilir ve toplumsal bölünmelere yol açabilir. Ulus devletin amacı, tüm vatandaşlarını ortak bir kimlik etrafında birleştirerek güçlü bir ulusal birlik oluşturmak ve dışsal tehditlere karşı dayanıklı olmaktır.
Eşitlik ve dil haklarının tanınması, özellikle azınlık grupların özerklik taleplerine ve kültürel kimliklerin ayrışmasına zemin hazırlayabilir. Bu durum, devletin tek bir ulusal kimlik ve dil etrafında birleşmesini engeller ve farklı gruplar arasında ayrılıkçılığı teşvik eder. Çeçenya ve Katalonya gibi örneklerde görüldüğü gibi, azınlıkların kendi dillerini ve kültürlerini koruma talepleri, ulus devletin egemenliğini tehdit edebilir ve ayrılıkçı hareketlerin yükselmesine yol açabilir.
Bunun yanı sıra, eşitlik gibi kavramlar, çoğu zaman devletin güç ve otorite yapısını zayıflatabilir. Birçok devlet, azınlık haklarını tanımanın, devletin merkezileşmiş yapısını bozarak, yönetim üzerinde kontrol kaybına yol açacağını düşünmektedir. Bu nedenle, ulus devletin meşruiyeti, sadece tek bir dilin ve kimliğin egemenliği ile sağlanabilir. Farklılıkların tanınması ve kültürel özerklik taleplerinin kabul edilmesi, toplumsal çatışmaları körükleyebilir ve terörizmin yükselmesine neden olabilir. Bu bağlamda, devletin tek bir ulusal kimlik etrafında birleşmesi ve farklılıkları dışlaması, toplumsal düzenin ve güvenliğin sağlanmasında daha etkili bir yöntem olarak görülebilir.
[1] См.: Лейпхарт А. Демократия в многосоставных обществах: Сравнительное исQ следование. М., 1997.
[2] Arend Lijphart, Democracy in Plural Societies: A Comparative Exploration (New Haven: Yale University Press, 1977).
[3] James A. Caporaso, The European Union and the Political Economy of Integration (New York: Routledge, 2009).
[4] John McGarry ve Brendan O’Leary, The Politics of Ethnic Conflict Regulation: Case Studies of Protracted Ethnic Conflicts (New York: Routledge, 2004);Arend Lijphart, Democracy in Plural Societies: A Comparative Exploration (New Haven: Yale University Press, 1977); Will Kymlicka, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights (Oxford: Oxford University Press, 1995); Charles Taylor, Multiculturalism: Examining the Politics of Recognition (Princeton: Princeton University Press, 1994); David Held, Models of Democracy (Stanford: Stanford University Press, 2006).
[5] Jan Zielonka, Europe as a Global Actor: An Analysis of the European Union’s Political and Economic Power (Oxford: Oxford University Press, 2006).
[6] Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order (New York: Simon & Schuster, 1996).
[7] Christophe Jaffrelot, Hindu Nationalism: A Reader (Princeton: Princeton University Press, 2007).
[8] Will Kymlicka, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights (Oxford: Oxford University Press, 1995).
Ali A. Mazrui, The Africans: A Triple Heritage (Boston: Little, Brown and Company, 1986).
[10] Singapore Ministry of Culture, Community and Youth, Building a Harmonious Society: Singapore’s Ethnic Integration Policy (Singapore: Ministry of Culture, Community and Youth, 2010).
[11] Steven L. Burg, The War in Bosnia-Herzegovina: Ethnic Conflict and International Intervention (New York: M.E. Sharpe, 1998).