KALBİNDE SABAHLARIN HASRETİNİ TAŞIYAN ŞAİR: BAHTİYAR VAHABZADE

Prof. Dr. Tamella Aliyeva
Muş Alparslan Üniversitesi – Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı

2009’un Mayıs ayında, başkanı Prof. Dr. E. İsgenderzade’nin öncülüğünde, “Vektör” İlim Merkezi ve İzmir’deki Kıbrıs Balkanlar Avrasya Kurumu tarafından bir Uluslararası Şiir Şöleni düzenlendi. Türk dünyasından gelen şair ve yazarların katılımıyla, Türk dünyasının ölmez şairi Bahtiyar Vahabzade’nin ruhunu sevindirmek için onun doğduğu Şeki’ye gittik. Şeki, Azerbaycan’ın en eski ve güzel şehirlerinden biridir. Kafkas sıra dağlarının eteğinde yer alır. Eğer doğası en zengin ve güzel olan şehirler arasında bir yarış olsa, Şeki birincilik alır. Öğleden sonra Şeki’ye ulaştık. Bizi eski kervansarayda misafir ettiler. Eşyalarımızı odalarımıza bırakıp kenti gezmeye çıktık. Her yan yemyeşildi, akasyalar ve güller vardı. Bahtiyar Bey gülleri çok severdi. Şeki’deki evinin önü hep güllerle doluydu. Ne renk desen vardı. Bu güller onun ilhamını coştururdu. Akasyalar boynu bükük gibiydi. Anladım ki, gelen şairler arasında Bahtiyar’ı görmemişlerdi. Hiç başlarını kaldırıp yüzümüze bakmadılar. Nereye gittikse, hep hüzün gördük, insanlar:
“Bahtiyar Bey sağ olsaydı, sizi görürken uçmaya kanadı olmayacaktı,” dediler. Biz de gözlerimizde Bahtiyar Bey’in yokluğu için akan gözyaşlarımızla kervansaraya döndük. Gece pencerem sanki dövülüyordu. Açtım. Penceremi döven yağmur damlalarıydı. Bahtiyar’ı soruyorlardı:
“Neden getirmediniz onu? O Şeki’ni, kervansarayı çok seviyordu. Neden Bakı’da bırakıp geldiniz? Neden?”
Yer-gök ağladı o gece, sabaha kadar bulutlar gözyaşı döktü, onlar ağladı, ben ağladım, yağmur damlaları pencereden kopmadılar. Sabah güneş de hevessiz boyandı ufuklardan. Sarı saclarını hevessizce dağıttı kervansarayın bahçesine. Güller de hevessizce boyandılar, anaları güneşe doğru. Güller de güneş gibi özlemişti Bahtiyar’ı. Akşam “Cennet Bağı” denilen yerde, Şeki Valiliği ve “Vektör” İlim Merkezi ile KIBATEK’in düzenlediği “B. Vahabzade’nin Anısına Şiir Şöleni” düzenlendi. Anılar, şiirler söylendi. Şölende öyle bir atmosfer vardı ki, sanki Bahtiyar Bey yanımızda oturmuştu, bizi dinliyordu. Ama buna şüphemiz yoktu, çünkü bütün dünya Türklerinin o gün Şeki’ye gelmesi, onun adına şiir şöleni düzenlemesi mutlaka ona ulaşmıştı, onun ruhu bizim yanımızdaydı. Han Sarayı’nın önünde – çay bahçesinde, Şeki’lilerle bir araya geldik, yine Bahtiyar… Şeki İpek Fabrası’na gittik, orada konuşmalar yaptık, ama yine de esas konu o, Bahtiyar’dı…

Şimdi Bakı’ya dönmek zamanı. Arabamızın sürücüsü Taşkın Bey, Şeki’den bir kaset aldı. Kasette, Azerbaycan’ın ünlü sanatçısı, sesi bülbülün ceh- cehini geride koyan Gönül Hasıyeva, Bahtiyar Bey’in “Geceler” şarkısını okuyordu. Onu da belirteyim ki, Gönül Hasıyeva, Bahtiyar Bey’in çok sevdiği sanat insanıdır, aynı zamanda Bahtiyar Bey’in toplantılarında onun sözlerine bestelenmiş şarkıları da seslendiriyordu. Şimdi de okuyor, Bahtiyar Bey’in unutulmaz hatırasını her zaman yâd ediyor. Bence “Geceler” şarkısı kadar zarif, duygusal, kederli bir şarkı yoktur dünyada. Sözler güzel, musikisi güzel. İnsanın içini kasıp kavurur. En çok içimi sızlatan, Bahtiyar Bey’in bu şiirinde yazdığı bir ifadedir:
“Yüreğimde kaç sabahın hasreti var; Uyuyanlara hasret çekiyorum geceler.”
Bu şarkı okundukça, Şeki’den Bakı’ya kadar gözyaşı döktüm ve dedim:
“Büyük üstat! Neden hasret çektin uyuyanlara? Bak, şimdi ebedi uyuyorsun. Ömrünün son yıllarında uykusu bozulmuştu, tan yerini kirpikleriyle açıyordu. Onun için uyuyanlara hasret çekiyordu. Uyumadığı için yüreğinde sabahların hasreti vardı.”
Evinin kapısı, pencereleri Hazara bakıyordu. Güneş, Hazardan doğarken ona ilk selamı ölümsüz şairimiz veriyordu. Geceler onun sırdaşıydı, o gecelerin yoldaşıydı. Azerbaycan’da çalışan iş adamlarından biri, dinimizin fedaisi, aydın fikirli bir insan olan Ahmet Uçar Bey, Bahtiyar Bey’le dostluk ediyordu. Bir gün Ahmet Bey’i ziyaret ederken bana dedi:
“Bahtiyar Bey dedi ki, sabaha kadar Türk dünyasına dua ediyorum. Yüce Tanrı’ya yalvarıyorum: ‘Allah, Türkleri koru, onları hata ve beladan uzak et.'”
Ahmet Uçar Bey bunları bana söylerken gözyaşlarımı tutamadı. Ne kadar büyük bir kalbi varmış. Bu kalbe bütün Türk dünyası sığarmış.
Şeki’den dönerken hem ağladım, hem Bahtiyar Bey’le bağlı anılarım ard arda dizildi kafamda.
“…Aynı üniversitede, aynı fakültede, ayrı ayrı bölümlerde çalışırdık. Ben ‘Dünya Edebiyatı Bölümü’nde ikinci katta, Bahtiyar Hocam ‘Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı Bölümü’nde üçüncü katta. Bahtiyar Bey tez konusunu Azerbaycan’ın ünlü şairi Samet Vurgun’dan yazarak profesör unvanını kazanmıştı. Üniversiteye geldiği gün toy-bayram olurdu. Merdivenlerle bölüme çıkarken etrafı öğrenciler ve hocalarla dolardı. Herkese ‘merhaba’ der, keyfini sorardı. Dersine dışarıdan gelenler de vardı. Herkes onu dinlemek isterdi. Üniversiteye az geliyordu. Sosyal işleri çoktu. En önemlisi ise milletvekiliydi. Milletvekili gibi yanına gelenler çoktu. Bir de dünyanın dört bir tarafından gelen misafirler vardı. Uçaktan inip ayağının tozuyla onun görüşüne gelenler bile vardı. Bahtiyar Hocamızın evine Azerbaycan’da faaliyet gösteren TİKA Başkanı Osman Baş’la gittim. Osman Bey, hanımı Zeliha, oğlu Oguzhan. Hayli oturduk, sohbet ettik. Kitaplarını imzalayıp verdi bize. Bana söyledi ki, ‘Senin Türk dünyası hakkındaki konuşmaların hoşuma gitti. Zamanın oldukça uğra bize.’ Uçmaya kanadım olmadı ama hasta olduğunu bildiğim için hep telefonla konuşurdum. Ama yine birkaç defa görüştük. Bir gün aradım Bahtiyar Hocamı, Türkiye’ye gideceğimi söyledim:
“Mutlaka bize gel. Sana bir emanet vereceğim, Namık Kemal Zeybek’e verirsen,” dedi. Yeniden onu göreceğim için uçmaya kanadım olmadı. Geldim, hanımı her zaman bizi güler yüzle karşılar, öyle de yola salardı. Çok güzel çay sofrası hazırladı. Genellikle, Şeki sofrası çok meşhurdur. Şeki hanlık olup, insanları çok kibardır. Çay sofrasında çeşitli reçeller – beyaz, iri kiraz, kaysı, ceviz, çilek vardı. Aynı zamanda kuru yemiş: en güzel ceviz lepesi, badem, fındık ve bir de tatlılar. Elbette, büyük bir vazoda mevsime uygun meyveler. Çaylar mutlaka kristal bardaklarda, altında pahalı çay tabağı, limon vb.
Bu Şekil çay sofrasıdır. Sofra kumaştan olacak, naylonda çay verilmez, konağa karşı saygısızlıktır. En güzel bıçak, kaşık kullanılacak.

Gittim Bahtiyar Hocamızın evine. Çay sofrası etrafında güzel sohbetler ettik. Bana Türkiye anılarını, özellikle İstanbul’u anlattı. Dedi ki: “Namık Kemal Zeybek kardeşim, beni Türkiye’ye çağırır ki jübilemi geçirsin ama doktorlar izin vermiyorlar. Ona göre de kaset göndereceğim ona.” Kaseti verdi, ben de getirip Feyzullah Budak Bey’e verdim. Bahtiyar Bey, bana yakın dostu, Türk dünyasında çok sevilen ünlü şairimiz Yavuz Bülent Bakiler’le dostluğundan konuşurdu. Ben de ona Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki verdiğim konferanslardan, Üniversitemden, öğrencilerimden konuşurdum. Dedim ki: “Birkaç öğrenci, sizin şiirlerinizden tez yazmışlar.” Dedi ki: “Onları getir, arşivime koyacağım.” Ben de götürdüm. Hatırlamıyorum, Türkiye’nin hangi üniversitesinden onun hakkında doktor tezi yazmışlardı. Onu sevinerek getirip bana gösterdi. Bir gün ona, “Bu şiiri çok seviyorum,” dedim ve şiirini söyledim. Şiir “Geri Dön” adlanırdı. Şiire bayıldı, dedi ki: “Kimin şiiridir?” Dedim: “Sizin.” “Hangi kitabımdadır? Biliyor musun?” dedi. Dedim: “Yeşil yüzlü kitaptır, üstünde ‘Lirika’ yazılı.” Bir an içinde gitti, elinde yeşil yüzlü kitabı getirdi. “Bak, gör, bu kitaptadır,” dedi. Açtım kitabı, şiiri gösterdim. “Çok hoşuma gitti,” dedi. “Mutlaka bunu yeni basılan kitabıma koyacağım.” Eve geldim, nedense o kitabı aradım. Kitap kaybolmuştu. Kitapçılara, her yere baktım, kitap yoktu. İçimde bir acı kaldı: “Bu kitabı benden kim çaldı?” Bahtiyar Bey ölümünden sonra bana o yeşil yüzlü “Lirika” kitabını “gönderdi”. Aynen “Sırlar Dünyası” oldu. Bunu az sonra paylaşacağım sizlerle.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü sabahıydı. “Azerbaycan” resmi devlet gazetesinin Türkiye temsilcisi olduğum için sürekli redaksiyona gidiyordum. Orada şube müdürü görevinde bulunan bir yazar kadın bana yaklaştı ve dedi: “Tebrik ederim. Dün Bahtiyar Bey televizyonda konuşuyordu. Dediler ki, bugün Dünya Kadınlar Günü’dür. Kadın arkadaşlarınız var mı?” sorusuna, “Tamilla Aliyeva-Abbashanlı,” dedi. Allah’ım, ne kadar sevindim! “Hayır olamaz!” dedim. Kadın gülümseyerek başıyla bir daha onayladı. Sanki Nobel ödülü almış gibi sevindim. O günden bu güne hala o tatlı sevinci yaşıyorum. Şimdi bana imzalayıp verdiği “Soru İşareti” kitabında böyle yazmış: “Fikir ve egide (fikir anlamında) bacım Tamilla Hanım için, 18.10.2003.” “Sandıktan Sesler” kitabını ise 18 Ocak 2003’te imzalayıp bana verdi.

2004’ün Nisan ayında “Küçük Hazardan Büyük Hazara – Türk Dünyası Şairler Şöleni” düzenlenmişti. Şöleni Elazığ Valiliği, Azerbaycan Yazarlar Birliği, “Vektör” İlim Merkezi birlikte düzenliyordu. Ben, tertip komitesindeydim, aynı zamanda sunucuydum, Elazığlı şair Ahmet Tevfik Ozan’la birlikte. Bir ekip olarak Bahtiyar Bey’i ziyarete gittik, hayli oturduk, konuştuk. Resim çektirdik. Toplantıda Bahtiyar Bey’e ödül verilecekti, sıhhati iyi değildi, gelemedi.

Şimdi gelelim o ağır güne. Şubat ayı bana en acı ve zorlu günleri yaşattı. Şubat ayında 40 yaşındaki babamı kalp krizine kurban verdik. 10. sınıftaydım, 17 yaşım tamam bile olmamıştı. Ve 13 Şubat 2009. Manevi babam Bahtiyar Vahabzade’yi kaybettik. Televizyondan duydum, şoke oldum, bir tek onu bildim ki, “Hayır! Olamaz!” diye haykırdım. O gece İçtimai Televizyon onun hakkında film gösterdi. Filmde Bahtiyar Bey konuşurken birdenbire hönkürtü ile öyle ağladı ki, yüreğimin başı yandı. O gece sabaha kadar kitaplarını okudum, imzalarına, resimlerine baktım. Cenaze, uzun yıllar ders verdiği Bakı Devlet Üniversitesi’nden kaldırılacaktı. Allah’ım, yer-gök insan idi. Metro katarına, otobüslere, dolmuşlara binmek mümkün değildi. İnsanlar yürüyerek gidiyorlardı Bahtiyar Bey’i son menzile uğurlamak için. Herkesin yüzünde dünyanın kederi vardı. İnsanlar gözyaşlarıyla bir-birlerine bakıyorlardı. Tanıyan-tanımayan herkes birbiriyle, “Hayır, ondan. Tarih bir daha böyle bir şair yetiştirebilir mi?” diyordu.

Yaşayan Azerbaycan şiirinin Zühre yıldızı gitti. Üniversitenin karşısında insan seli vardı. Azerbaycan’ın en uzak kentlerinden, kasaba ve köylerinden, ortaokul, lise, üniversite öğrencileri, uzak kentlerden bir zamanlar öğrencisi olmuş aydınlar, ilmi danışmanı olmuş bilim insanları, yurt dışından gelen misafirler, şair arkadaşları, milletvekilleri ve milyonlarca insan. O zaman karşımdan yürüyen şair Mehmet Aslan’ı gördüm. Akşamki televizyon filmini o çekmişti. Mehmet Bey’e şöyle söyledim: “Kendine ağlayan insanı ilk defa gördüm.” Mehmet Aslan yanındakine dönerek: “Bakın, o olayı ne güzel tutmuş. Kimse bunu bana söylemedi.” O gün Bahtiyar Bey’le bir yerde çalıştığımız için bizi salona erken bıraktılar. Bahtiyar Bey’in ölümsüz naşı üniversitenin büyük salonunda-sahnede koyulmuştu. Burada sadece onun kuru cismi vardı, ruhu bütün dünyada, sevdiklerinin yanındaydı. Son defa baktım, gözyaşlarım sele döndü ve oradan ayrıldım. Ağlayarak üniversitenin büyük kapısından dışarı çıktım. Kaldırımın kenarında Bahtiyar Bey’in “kaybettiğim yeşil yüzlü ‘Lirika’ kitabı” duruyordu. Kitapçı ise duvara yaslanarak kederli bakışlarla uzaklara seyrediyordu. Gözlerime inanamadım: “Bu kitabı kim koymuş? Neden sadece bir kitap?” Satıcıdan kitabı kaça sattığını sordum. “2 manat,” dedi ve ilave etti ki, “Bir kadın koşarak geldi, bu kitabı bana verip dedi ki, satın.” Sanki dünyayı bana verdiler. Birden içime bir sevinç doldu ki, sanki Bahtiyar Bey ölmemişti. Kitabı öptüm, kokladım. Allah’ım, bunu bana kim gönderdi? Ben çok üzülmüştüm bu kitabı kaybettiğimde. Bu bir sırdır, dedim. Sırlar dünyası gerçektir. Bak, o bana o bir başka dünyadan kitap gönderdi, üzülmememi istedi.

Şimdi Eskişehir’de bu yazıyı hazırlarken yine gözyaşlarım Nisan yağmuruna dönüyor. Masamın üzerinde “Türk Dünyası” dergisinden düşünceli halde bana bakıyorsun. Hakkında yazılan makaleye “Türk Dünyasından Bir Yıldız Kaydı” ismini vermişler. Gerçekten bir yıldızdın, Üstat! Türk dünyasına yol gösteren ışıklı, gür bir yıldız. Sol tarafımda “Sandıktan Sesler” kitabının üzerindeki resimden de bana bakıyorsun, bakışlarınla sanki bana, “Ağlama, ne olur, benim ruhum orada – senin yanındadır. Sen benim çok sevdiğim Türkiye’desin, çok sevdiğim Yunus’un vatanındasın. Ben ölmedim. Yunus için nasıl yazmıştım: ‘Yunus çiçeklerde, otlardadır.’ Ben de Yunus gibi çiçeklerde, otlardayım.” Bir de senin bir deyimin var: “Yunus mezarı sevenlerinin kalbindedir.” Ben de ölmedim, dünya Türklerinin kalbindeyim.

Evet, öyledir, Üstat. Sabaha kadar dua ettiğin Türkler seni unuturlar mı? Ne kadar ki, Türk Milleti var, senin ismin, eserlerin onların elinden, dilinden düşmeyecek, sen onların kalbinde ebedi yaşayacaksın. Rahat uyu, Üstadım. Mezarın nurla dolsun, Bahtiyar Bey!
O kadar dert çektik, beraber olduk. Haftalar aylara, ay yıla dönüştü, Rabbim! Beni elden saldı ömrün yolları, Çatınca son menzile, Rabbim.

Yazar tamellaaliyeva

Diğer Yazımız

PRIMUM NON NOCERE – ÖNCE ZARAR VERME

Prof. Dr. Ayhan ALTINTAŞ Anadolu Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakognozi Anabilim Dalı Başkanı, Eczacılık Tarihi ve …