İNGİLTERE’NİN FİLİSTİN’İ TANIMASI SONRASINDA İSRAİL’İ GELECEKTE NE BEKLİYOR?

Seval TOMAK BAL

Araştırmacı

İsrail-Filistin meselesi, İsrail’in önce yerleşim planını başlatan Balfour Deklarasyonu ve ardından resmen devlet olarak kurulduğu 1948’den bu yana, Orta Doğu’nun en uzun süreli ve en karmaşık çatışmalarından biri olmuştur. İngiltere’nin bölgedeki politikaları önce manda dönemi, ardından Balfour süreciyle başlamıştı. Amerika ve diğer ittifakların desteğiyle Yahudilerin Filistin bölgesine yerleşim politikalarının hızlanması, insan hakları ihlallerini de beraberinde getirmiştir.

Keir Starmer liderliğinde Birleşik Krallık, Filistin devletini resmen tanıma kararı aldı. Bu kararın 21 Eylül 2025’te alınması oldukça manidardır. Starmer’in açıklamasına göre, yaklaşık 75 yıl önce yine 21 Eylül’de İsrail devleti tanınmıştı; şimdi ise dengeler yeniden kurulmaktadır. Bu karar, tarihsel bir kırılmanın yanı sıra Edward Said’in oryantalizm eleştirisinde yer alan “Batı’nın Doğu tanımı”nda olduğu gibi, politik ile pratik arasındaki çelişkilerin görünür hale gelmesi anlamını da taşımaktadır.

Gideon Levy, İsrail hükümetini uyararak gidişatın iyi olmadığını, devletin güvenlik kaygılarının giderilmesinde izlenen yöntemin hatalarla dolu olduğunu vurgulamıştır. Aylar öncesinde yaptığı açıklamalarda, askeri gücün tek başına yeterli olmayacağını; bombalarla zaferin satın alınamayacağını; İsrail’in gelecekte varlığını ve meşruiyetini sürdürebilmesi için gerçek bir uluslararası desteğin şart olduğunu dile getirmiştir. Levy’ye göre “Yahudi devletinin dünyayı Yahudi karşıtlığı çığlıklarıyla felce uğrattığı çağın sonuna gelinmiştir.” Yahudi soykırımından kaynaklanan suçluluk duygusunun yakında aşılacağını ve nihayetinde İsrail’in uyguladığı şiddet ve işgale karşı çıkılacağını öngörmektedir. “İsrail, askeri gücüne bu denli bel bağlamayı sürdürürse, suçluluk psikolojisi ve duygu sömürüsünden elde ettiği güç zayıflamaya başlayacaktır.” Bu nedenle Binyamin Netanyahu’nun “biz dünyaya benzemeyeceğiz, dünya bize benzeyecek” iddiası boşa çıkmış durumdadır.

Batı medyasında nadiren görülen bu bakış açısıyla Levy, İsrail hükümetine “demokrasi kaybına neden olan hak ihlallerinden kaçınma” çağrısı yapmıştır. Ayrıca, İsrail’in dünyadaki birçok ülkeye askeri destek, silah ve eğitim sağlamaya gönüllü bir “savunma ihracatçısı” konumunda olmasının, gelecek açısından saygınlığını artırmaya yetmeyeceğini ifade etmiştir.

Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü’nün 2018’de yayımladığı raporda İsrail’in savunma sanayisi “ulusal bir gurur kaynağı” olarak tanımlansa da, bu imaj artık ciddi şekilde zedelenmiştir. Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü, İsrail’i “apartheid bir devlet” olarak nitelendirmiştir. Ayrıca hükümetin başbakanı ile birlikte askeri saldırıları koordine eden yetkililerin suçlu bulunarak yargılanması talep edilmiştir. Son dönemde ise başta İspanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, İsrailli yetkililerin ülkelerine girişini savaş suçlusu kategorisinde değerlendirerek yasaklamıştır.

Dikkat çeken bir diğer husus, Lawrence Wilkerson’un 2021’deki açıklamalarıdır. Wilkerson, İsrail’in 20 yıl içinde yok olabileceğini, ABD için “birincil stratejik yük” haline geldiğini ve devletin dönüştüğünü söylemiştir. Ona göre İsrail hükümeti, tüm bunlara rağmen gözetim teknolojisi sistemini sürdürmekte; “ne siyasi ne de mali bir bedel” ödememektedir.

Üç yılı aşkın süredir Filistin topraklarında dünyanın gözü önünde yaşanan soykırım, sürgün, işgal ve katliamlar; uluslararası hukuk ve demokrasi söylemlerine karşı büyük bir güven kaybına yol açmıştır. Jeff Halper, Halkla Savaş: İsrail, Filistin ve Küresel Pasifleştirme adlı kitabında İsrail’in “küresel pasifleştirme endüstrisini mükemmelleştirdiğini ve bu alanda liderlik ettiğini” belirtmiştir. Ona göre işgal, devlete mali yük değil, aksine ekonomik çıkar sağlamaktadır. İsrail, Filistin’de uyguladığı yöntemlerle güvenlik ve savunma birimlerini test ettirmekte; bunu da uluslararası alanda bir reklam aracına dönüştürmektedir. Ayrıca İsrail, uluslararası askeri-endüstriyel blokta “kendine bir yer kapmaya çalışan bir ülke olmadığını” iddia etse de ABD ile bu konuda zaman zaman rekabete girdiği ve bunun ilişkileri etkilediği bilinmektedir.

Antony Loewenstein’in Filistin Laboratuvarı adlı kitabında belirttiği üzere, İsrail Filistin’i adeta bir “deney alanı” haline getirerek işgal teknolojilerini dünyaya pazarlamaktadır. Bu durum, şiddetin sorgulanmaksızın küresel ölçekte yayılma tehlikesini de beraberinde getirmektedir.

Starmer’in konuşmalarında dikkat çektiği en önemli noktalardan biri de budur. İsrail yerleşimleri, hukuksuz biçimde Batı Şeria ve çevresinde hızla yayılmaktadır. 2025 itibarıyla Batı Şeria’daki Yahudi nüfusunun 2050’de en az 1.100.000’e ulaşması beklenmektedir. Bu da “İsrail’in bölgedeki haksız yerleşimlerinin uluslararası hukuku ihlal ederek gerçekleştiği ve barış sistemini tehlikeye attığı” gerçeğini ortaya koymaktadır.

Yerleşimci grupların artması, Yahudilerle Filistinliler arasındaki çatışmanın derinleşmesine yol açacaktır. Ayrıca nüfus hareketliliğinin başka bir boyutu da dikkat çekmektedir. Filistin Laboratuvarı kitabında belirtildiği üzere, Yahudi devletinin en büyük destekçilerinden olan Evanjelik Hristiyanların bir kısmı önümüzdeki on yılda Batı Şeria’ya göç etmeyi planlamaktadır. Nüfus bilimci Arman Sofer, 2022’den beri Yahudilerin hem İsrail’de hem de işgal altındaki Filistin topraklarında toplam nüfusun %47’sinden azını oluşturduğunu söylemektedir. İsrail hükümetinin Ukraynalı Yahudileri ülkeye kabul etmesinin ardından yerleşimcilere Rusça broşür dağıtarak, “işgalden mi kaçıyorsun, gel işgalci olmanıza yardımcı olalım” ifadeleriyle propaganda yaptığı da bilinmektedir.

Anlaşılacağı üzere, İngiltere’nin de çekincelerini dile getirdiği gibi, haksız yerleşimlerin sürmesi İsrail’in “kolonileşme programını” sürekli geliştirmekte ve sınırlarını genişletmektedir. Eyal Weizman’ın Hollow Land: İsrail’in İşgal Mimarisi adlı kitabında da belirtildiği üzere, işgal altındaki bölgelerin sınırları sabit değildir; esnek ve sürekli dönüşüm halindedir. Bu ideolojik yayılma, yalnızca Orta Doğu’yu değil, yakın Avrupa’yı da etkileyecektir. Çünkü İsrail’in saldırgan ideolojisi ve askeri teknolojileri, etnik milliyetçiliğe bağlılığı paylaşan başka devletlere de sirayet etme potansiyeline sahiptir.

Loewenstein’in de vurguladığı gibi, İsrail’de muhafazakâr siyasetçilerin azınlık gruplara dair gelecek vizyonu oldukça ürkütücüdür. Yahudi nüfusun ne kadarı bu görüşü paylaşmaktadır bilinmez; fakat yönetim, giderek saldırganlaşan yöntemlerle Yahudi olmayanları baskı altına almaktadır. İsrail hükümeti, güvenlik eksenli çatışmaların kendi zaferiyle sonuçlanması için “aşırı güç kullanımının, gözetim uygulamalarının ve askeri teknolojilerin” benzer zihniyetteki diğer ülkelerde de karşılık bulacağını ummaktadır.

Durumun anlaşılması için örnek teşkil eden Hazony’nin açıklaması dikkate değerdir. Milliyetçiliğin Erdemi adlı kitabında Yoram Hazony, Güney Afrika’ya ve otokrat lider Milosevic yönetimindeki Sırbistan’a muhalefet edenleri sert bir dille eleştirerek şöyle diyor:

“Bu kişilerden nefret ve tiksinti duyulmasının, daha sert cezalar uygulanmasının sebebi; beyaz Güney Afrikalılar ile Sırpların Avrupalı olarak görülmesidir. Afrikalı ve Müslüman komşularından beklenmeyecek bir ahlaki standarda tabi tutulmaları bunun göstergesidir.”

İlginçtir ki, İsrail’in de Avrupalı sayıldığı için kural tanımayan bu devletlerle aynı kaderi paylaşmasından endişe edilmiştir. Anlaşılacağı üzere burada savunulan düşünceler, oldukça zehirli bir ideolojiyi yansıtmaktadır. “Filistinlilerin doğuştan şiddete meyilli, irrasyonel insanlar oldukları ve ancak terörist olabilecekleri” fikrini yayan İsrail, Filistin topraklarındaki gündelik eylemlerini meşru kılmaya çalışmaktadır.

Bütün bunlara rağmen umudun tamamen tükendiğini söylemek doğru değildir; bölge halklarının haklarına kavuşacağına dair beklentiler hâlâ canlıdır. Loewenstein, umudun her zaman var olacağını şu sözlerle özetler: Edward Said, 1986’da Kanada’da yayımlanan Clubman Mail gazetesine verdiği röportajda şöyle der:

“İsrailliler bize karşı askeri anlamda uygulayabilecekleri herhangi bir seçenek olmadığını biliyor. Ne yapacaklar, herkesi mi öldürecekler? İşte bu yüzden bazılarımız mücadeleye devam ediyor ve ‘sizinle birlikte yaşayacağız’ demeyi sürdürüyoruz. Ne yaparlarsa yapsınlar, gölge gibi yanı başlarındayız.”

Ancak bununla birlikte, umudu zedeleyen ve bölgede barışın tesisini zorlaştıran nefret söylemleri kesintisiz devam etmektedir. Nitekim Nicot Partisi milletvekili Zeki Zohar da 2022 yılında, Filistinli ailelerin ülkeden sınır dışı edilmesini öngören yeni bir yasa teklifini duyururken şu iddiada bulunmuştur:

“Araplar ülkeyi ele geçiriyor, her gün bunu görüyoruz. Yahudiler taciz ediliyor, canlarının istediği gibi davranıyorlar. Zamanla şiddet içerikli gösteriler düzenliyor, İsrail bayrağının üzerinde tepiniyorlar.”

Bir başka defa da İsrailli Katz, halkı olası bir Nakba yaşayabilecekleri konusunda uyarmıştır. Mayıs 2022’de İsrail parlamentosunda konuşma yapan Katz, şöyle demiştir:

“Dün üniversitelerde Filistin bayrağı açan Arap öğrencileri uyardım: 1948’i hatırlayın, bağımsızlık savaşımızı ve Nakba günümüzü hatırlayın. İşleri fazla zorlamayın. Kendinize gelmezseniz size unutamayacağınız bir ders veririz.”

İsrail hükümetinde din işlerinden sorumlu bir bakan yardımcısının etnik temizlik çağrısı yapması, durumun vahametini açıkça göstermektedir.

Bir başka örnek ise soykırıma çağrı niteliği taşıyan söylemlerin sürdüğünü kanıtlar niteliktedir. Hükümetten etkili bir isim, 2022 yılında İsrail’de bir yerleşim bölgesindeki lise öğrencilerine hitaben şu ifadeleri kullanmıştır:

“Bir düğmeye basıp buradaki tüm Arapları İsviçre’ye giden bir hızlı trene yollayabilsek, bir dakika bile düşünmem. Onlara İsviçre’de harika bir hayat dilerim.”

Filistin’e karşı artan ırkçı eylemler ve bunları teşvik eden söylemler, yerleşim bölgeleri yanlısı medya organı Jerusalem Post’un genel yayın yönetmeninin 2022 yılında şu değerlendirmeyi yapmasına yol açmıştır:

“İsrail’in azımsanmayacak bir kısmı aşırı sağa kaymış durumda. ABD’deki beyaz üstünlükçü rejim yanlılarından ödünç alınmış bir terminolojiyi benimsemişler.”

Bu sözler sıra dışı bir itiraf olsa da, gazete meseleye dair daha iyi bir eğitim dışında pek bir çözüm önerisi sunmamıştır.

Meselenin ironik tarafı şudur: İsrail’in en dürüst biçimde değerlendirildiği haberler, ABD’deki ana akım medya kuruluşlarından ziyade Haaretz gibi İsrailli yayın organlarında görülmektedir. Ramallah’ta yaşayan Yahudi gazeteci Amira Hass, 2022 yılında Haaretz’te yayımlanan yazısında, İsrail’in “Mesihçi Yahudi üstünlükçülüğünü” benimsemesi sonucunda artık “mutasyon geçirmiş bir Yahudi devleti”ne dönüştüğünü ifade etmiştir. Hass, Yahudilerin İsrail parlamentosunda çoğunluğu ele geçirmelerinin an meselesi olduğu uyarısında da bulunmuştur.

Bu durumu destekleyen veriler de mevcuttur. Örneğin, bir araştırma merkezinin 2016’da yürüttüğü ankette, İsrailli Yahudilerin neredeyse yarısının Arapların nüfus aktarımı ve sürgün yoluyla ülkeden gönderilmesini istediği ortaya çıkmıştır. Buna ilaveten, İsrail Demokrasi Enstitüsü’nün 2022 yılında yaptığı çalışmaya göre, İsrailli Yahudilerin yaklaşık %60’ı Araplardan tamamen ayrılmak istemektedir. Bu kesim, Itamar Ben Gvir’in savunduğu “devlete ihanet edenlerin sürgün edilmesi” stratejisini desteklemektedir.

Çeşitli gazetelerde yer alan analizlerde ise, Netanyahu’nun 2022’de “ülke tarihindeki en sağcı koalisyon hükümetinin başkanı olarak yeniden seçilmesinin” ardından Filistinlilerin karşı karşıya kaldığı tehlikelerin daha da arttığı vurgulanmıştır.

Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şudur: İsrail’in insan hakları ihlalleri nedeniyle uluslararası düzeyde bir boykot kampanyası başlatılmayıp, baskıcı rejimlere silah satan İsrailli şirketlere karşı dava açılmazsa bu endüstri gelişmeye devam edecektir; bölgeye de kalıcı barış sağlanamayacaktır.

Silah Ticaretinin Etkisi

İsrail’de insan haklarını savunan ve protestolara katılan avukatların, savcıların ve üst düzey yetkililerin de bulunduğu elit kesimin açıklamaları önemlidir. Onlar, “dünyaya ölüm ve yıkım saçan ürünleri satmanın bırakılabilecek en kötü miras olacağı” konusunda en azından bir kısım İsrailli halkı ikna etmeyi ummaktadır. Bununla birlikte, İsrail halkının Gazze’deki işgale, orantısız güç kullanımına ve soykırıma varan katliamlara karşı kayıtsız kalması ciddi bir çelişki oluşturmaktadır. Pek çok İsrailli, silah satışları ile bunların yol açtığı zayiat arasındaki bağlantıyı, Yahudi ahlakı ve tarihiyle ilişkisini kavrayabilecek durumda değildir.

Ne yazık ki hükümet içinde ve dışında, siyasi yelpazenin aşırı sağından aşırı soluna kadar farklı partilerden bu bağlantının farkında olup tepki gösterenlerin sayısı oldukça sınırlıdır. İsrail’in Gazze’yi bir laboratuvara dönüştürdüğü, saldırıları bir reklam aracına çevirdiği ve silah satışlarını bu yolla artırdığı gerçeğini kabul etmek istemeyenlerin sayısı hâlâ çoğunluktadır. Halkın yalnızca küçük bir kesimi, hükümete işgaller ile doğrudan, özellikle de “sermaye sağlayıcılığı” kapsamında haberleşme ve silah teknolojisi üretimi arasındaki ilişkiyi sonlandırması için baskı yapmaktadır. İsrail mahkemelerinde ise artık sorumluların hesap vermesinin mümkün olmadığı dile getirilmektedir. Sağduyulu siyasetçilerin ve yazarların belirttiği gibi, İsrail hükümeti ve destekçileri “Siyonizme bağlılık” ile “liberal değerlere sadakat” arasında bir tercih yapmak zorundadır. Zira İsrail ve Filistin’deki apartheid gerçeği ortadadır.

Bu durumun kronikleşmesinde, İsrail savunma sanayisinin küresel ölçekte müşteri bulmayı sürdürmesi büyük rol oynamaktadır. Oysa dünyada güvenlik kaygılarının ve iklim değişikliğinin yol açtığı endişelerin arttığı günümüzde, Gazze ve çevresindeki işgalin sonlandırılması yönünde atılması gereken adımlar çoktan gecikmiştir. Loewenstein’in kitabında da vurguladığı gibi, İsrail hükümetinden silah satın alan ülkelerin bir an önce BDS (Boykot, Tecrit ve Yaptırım) hareketini desteklemesi, çözümü yakınlaştırabilecek en önemli adım olacaktır. Dünya kamuoyu giderek İsrail aleyhine dönerken, saldırgan politikalarını sürdürmesi ve savunma anlayışında köklü bir değişikliğe gitmemesi halinde İsrail’in “parya devlet” konumundan kurtulması imkânsız görünmektedir (Loewenstein, s. 241-248).

Nitekim hatırlanacağı üzere, 2024’te İngiltere hükümeti İsrail’e yönelik silah ihracat lisanslarının bir kısmını askıya almıştı. The Guardian’da yer alan değerlendirmelere göre, bu kısıtlamaların ardından gelen “tanıma” kararı, silah ambargolarının kısmi dahi olsa siyasi ve diplomatik düzlemde etkili olduğunu göstermiştir. Gazze’de sivillere yönelik ağır insan hakları ihlallerine dair raporlar, bu yaptırımları ve iptalleri doğrudan etkilemiştir. Ancak tüm bunlara rağmen, askıya alınan anlaşmaların yanında bazı muafiyetlerin dikkat çektiği görülmektedir. Örneğin, “F-35 uçağı programının parçaları ve bazı stratejik askeri lisansların hâlen devam ettiği” bilinmektedir. Dolayısıyla Birleşik Krallık nezdinde İsrail silahlarına karşı tam anlamıyla bir ambargodan söz etmek mümkün değildir.

Benzer şekilde, çoğu kez göz ardı edilse de, Norveç’in en büyük emeklilik fonu şirketi KLP, 2021’de Batı Şeria’daki insan hakları ihlallerini gerekçe göstererek 95 milyar dolarlık portföyünden 16 şirketi çıkarmıştır. Aynı yıl, Yeni Zelanda emeklilik fonu da yasa dışı İsrail yerleşimlerinin inşasına proje finansmanı sağladığı tespit edilen 5 İsrail bankasındaki 6,5 milyon dolarlık yatırımını satmıştır.

Bütün bu gelişmeler açıkça göstermektedir ki, rüzgâr yön değiştirmektedir.

Eylül 2025 itibarıyla, son haftalarda İsrail’i doğrudan etkileyecek önemli gelişmeler yaşandığına şahit olduk. İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Filistin’in tanındığını ilan ettiği konuşmasında iki devletli çözüme vurgu yapmış; özellikle insani kriz ve Batı Şeria’daki yerleşim yerlerinin genişlemesi karşısında somut adımların atılması gerektiğinin altını çizmiştir. İngiliz kamuoyunda sıkça dile getirilen protestolarda da görüldüğü gibi, “sivil halkın acıları artık göz ardı edilemeyecek bir boyuta ulaşmıştır.”

Bu bağlamda, alınan kararın yalnızca sembolik bir tanımadan ibaret olmadığı; söylem ile eylem arasındaki boşluğu doldurma amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu gelişme, uluslararası hukuk normları açısından Filistin’in ayrı bir devlet olarak tanınmasının pratikte uygulanabilirliğini dikkatle takip etme zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Kamuoyunun ve sivil toplumun etik talepleri, özellikle de insani değerlerin korunması yönünde artan hassasiyetleri, bu kararın samimiyetle hayata geçirilmesini gerekli kılmaktadır.

Birleşik Krallık’ın Filistin’i tanıma kararı, aynı zamanda ülkenin stratejik çıkarları, müttefik ilişkileri ve bölgesel jeopolitikteki rolünü ortaya koyacak bir turnusol işlevi görmektedir. Dolayısıyla karar, sembolik bir jestten öte, gerçek bir değişimi mümkün kılabilecek somut adımların öncüsü niteliğindedir.

Nitekim hatırlanacağı üzere, Birleşik Krallık bir yıl önce İsrail’e ait 350 ihracat lisansından 30’unu iptal etmişti. Silah sevkiyatının tamamen durdurulmamış olması ise, hükümetin İsrail ile stratejik çıkarlarını dengelemeye çalıştığını göstermektedir. Bu nedenle, uluslararası insancıl hukuk kriterleri çerçevesinde atılan adımların yeniden gözden geçirilmesi önem arz etmektedir. Ayrıca, Birleşik Krallık’ın yerleşim politikalarına yönelik diplomatik baskıyı artırma yönündeki söylemleri ile insani yardıma erişimin güvence altına alınmasına yaptığı vurgu da dikkate değerdir. Kalıcı barışı sağlayacak bütüncül bir politik misyon için somut adımların atılması artık zaruri hale gelmiştir.

Eylül 2025 itibarıyla Avrupa devletlerinden art arda gelen Filistin’i tanıma açıklamaları, AB dış politikasında da bir dönüşüm yaşanacağına işaret etmektedir. İngiltere, Kanada, Fransa ve İspanya gibi ülkelerin Filistin’i bağımsız bir devlet olarak tanıması, bölge açısından son derece önemli bir gelişmedir. Bu gelişme, Edward Said’in oryantalizm eleştirileri ışığında, söylem ile pratik arasındaki tutarsızlıkların görünür hale gelmesi bağlamında da değerlendirilebilir. Halkların acılarının ve adalet taleplerinin uluslararası arenada ifade bulması bakımından bu adımın kritik öneme sahip olduğu açıktır.

İngiltere’nin bu süreçte öncülük etmesi, aynı zamanda ülkenin tarihsel sorumluluğunu yeniden gündeme taşımıştır. Kamuoyu baskısı, uluslararası hukuk normları ve etik değerlerin korunmasına ilişkin hassasiyetler bu karar etrafında yeniden tartışmaya açılmıştır. Keir Starmer’in konuşmasında, bu denge arayışının ve politik düzlemde kalıcı bir değişimin ipuçları görülmektedir. Bundan sonraki süreçte, oluşan bu yeni dengenin bölgede süren çatışmaları durdurmaya nasıl yansıyacağı sorusu ise yanıt beklemektedir.

Kaynakça

The Guardian, 13 Eylül 2025.

Antony Loewenstein, Filistin Laboratuvarı: İsrail işgal teknolojilerini dünyaya nasıl ihraç ediyor?, çev. Özlem Özarpacı, Metis Yayınları, İstanbul, 2024.

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Yazar Seval Tomak Bal

Diğer Yazımız

TRAVMADAN PRAGMATİZME: RUSYA’NIN TALİBAN’LA KURDUĞU YENİ İLİŞKİLER

Feyza Kübra AĞIRTMIŞ İletişim Çalışmaları Uzmanı Haber Rusya, Afganistan’daki Taliban hükümetini resmen tanıyan ilk ülke …